TEŞVİK KREDİLERİ ve FAİZ

18 Agustos 2006

TEŞVİK KREDİLERİ ve FAİZ

 

Prof. Dr. Ali ÖZEK

M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

 

el-Bakara Sûresi'ndeki âyetlerin tcrcemelcri şöyledir:

"Faiz yiyenler (kabirlerinden), elbette şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kurtulup kalkmaları gibi kalkarlar. Çünkü, Allah'ın haram kıldığı faiz hakkında "Alım-satım" gibidir." demişlerdir. Halbuki Allah, ahm-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Rabbindcn gelen bir öğüde uyup da faizi terkedcn kimse eskiden aldıklarından sorumlu değildir. Onun işi Allah'a kalmıştır. Her kim yeniden faize dönerse mutlaka cehennemliklerden olur. Artık onlar orada devamlı kalırlar. (275)

Allah, faizi bereketsiz kılar (faiz karışan malın bereketini giderir). Sadaka ve zekâtı verilen malı İse çoğaltır. Allah, küfür ve günâhta ısrar eden herkesi sevmez. (276)

Şüphesiz iman edip iyi işler yapan, namaz kılıp zekât veren kimselere gelince Rableri katında onların mükâfatları vardır. Onların üzerinde herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler. (277)

Ey iman edenler ! Allah'a sığının. Eğer gerçekten iman ediyorsanız, faiz olarak gerçekleşen miktarı almayın. Eğer böyle yapmaz, faizi alıp yerseniz, Allah ve Rasûlü tarafından size bir harb ilân edilmiş olduğunu bilin. Şayet tevbe ederseniz, başkalarına haksızlık etmemek ve kendinizi de haksızlığa uğratmamak şartıyla sermayeleriniz sizindir. (278-279)

Eğer borçlu darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek gerekir. Eğer faizdeki gerçek durumu iyice anlıyabilirseniz, alacaklarınızı sadaka veya zekâta saymanız sizin için daha iyi olur. (280)

Allah'a döndürüleceğiniz gündeki sorumluluktan sakının. Zira herkes orada' kazandıklarına tam olarak kavuşturulur. Onlara asla haksızlık edilmez." (281)

 

Bu âyetlerde ribâ (faiz), birkaç yönden ele alınmıştır.

Faiz haramdır; alış-veriş yani ticaret helâldir. Faiz haram edilince, tıpkı bugünün insanının dediği gibi o günün insanı da "faiz neden haram olsun? O da tıpkı alış-veriş gibidir. Birisinde para ile mal mübadele edilir, diğerinde para ile para mübadele edilir. Her iki işlem sonunda satan taraf, alan taraftan bir fark elde eder ki adına kâr denir." diyerek itirazda bulunmuştu. Bunun cevabı âyette net ve kesindir: "Alış-veriş yoluyla elde edilen fazla (kâr) helâldir. Ama, parayı vadeli olarak verip de elde edilen fazla (ribâ) haramdır. Buna göre faiz vasfını taşıyan veya faizin tarifine giren her türlü kâr ve kazanç müslümana haramdır.

Faizin haram oluşu âyette diğer yönden akîdeye (İnanca) bağlanmıştır, İslâm bir sistemdir. Bu sistemi benimseyen ona uymak zorundadır. Nitekim âyette, "kendine Allah'tan gelen bir Öğüdü (yanifaizin yasak olmasını) kabul edip faizi terkedenin geçmişteki sermayesi kendine aittir. Bu hususda işi Allah'a kalmıştır." denilmiştir. Bunun manası -Allahu a'lem- yasak emri gelinceye kadar insanlaryaptıklarından sorumlu değildir. Ayrıca "verdiği borç paranın yani alacağının faiz olmayan kısmı kendisine helâldir.

Faiz yasağı geldikten sonra.tekrar faiz alıp-verenler suçlu sayılmışlar ve bunlara verilecek ilâhî cezanın da cehennemde yanmak olduğu beyan ve ilân edilmiştir.

Allah faizi bereketsiz kılar; sadaka ve zekâtı ise bereketli kılar. Özellikle müslüman, müslüman olduğu halde faiz yemeye devam ederse bu tutum kendisine hayır ve mutluluk getirmez.

278-279. âyetlerde, "Ey iman edenler, Allah'a sığının! Gerçekten İslâm'a inanmış iseniz faiz olarak tahakkuk eden alacağınızdan artık vazgeçin. Şayet faiz alacaklarınızdan vazgeçmez vefaizciliğe devam ederseniz şunu iyi bilin ki, Allah ve Rasûlü'nün ilân ettiği savaşa karşılık vermiş olursunuz. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere sermayeleriniz sizindir. Yani ana paranızı geri alabilirsiniz. Borçlu darlık içinde ise, alacağınızı uygun bir zamana ertelemeniz veya mümkünse hiç almamanız sizin için daha hayırlıdır." buyrulmuştur.

Burada görüldüğü gibi İslâm'ın faiz hakkındaki hükmü kesindir, İslâm'ın yasak ettiği faiz vasfını alan her türlü faaliyetten kaçınmak gerekir. Burada önemli olan, yapılan muamelenin faiz vasfını taşıyıp taşımadığını kesin olarak tesbit etmektir, İslâm dininde zorluk yoktur. Allah ve Rasûlü kolaylığı emretmiştir. Bu sebeple eğer bir muamele faiz şartlarını tam olarak taşımıyorsa, kolaylık açısından onu faize sokmamak gerekir.

Bir muamelenin faiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a) Cinsiyet şartı: Alınıp-satılan maddenin cinsi aynı ise değişiminde veya borç olarak verilip geri alınmasında elde edilecek fark faiz olur. Meselâ: altını altınla veya buğdayı buğdayla değiştirerek alınan fazla miktar faizdir. Bunun aksi, yani altını buğdayla değiştirirsek bu ticarete girer. Para ile mal aldığımız zaman yaptığımız muamele alış-veriş tir. Zira cinsleri ayrı olan şeyler yekdiğeri İle mübadele edilmiştir. Fakat para verip karşılığında yine para alırsanız bu muamele faizdir. Zira bu işlem İslâm'a göre mübadele değildir. Aslında para, İslâm nazarında bizatihi bir değer olmayıp devletlerin garantisi ile bir mübadele vasıtasıdır. Sîz bu vasıtayla ancak mal alabilirsiniz. Şayet parayı verir, araya zaman faktörünü de koyarak aynı cinsten fazla para alırsanız işte bu mübadele değildir, İslâm'a göre faizdir. Faiz de haramdır. Bazı iktisatçılar paranın da bir değeri olduğunu söylerler ve bu değer onlara göre faizdir. Meselâ 10.000 TL. karşılığında aldığınız bir kilo peynir bir değerdir. 10.000 lira da bu değerin mübadelesinde kullanılan itibarî bir değerdir. Eğer piyasada peynir yoksa para hiçbir değer ifade etmez. Yani parayı peynire çeviremezsiniz. Çünkü para sadece mübadele vasıtasıdır. Başka bir görev yapamaz. Ama elinizde peynir varsa onu hem paraya çevirebilirsiniz, hem de takas yoluyla mübadele vasıtası olarak kullanırsınız. Hakikatte bizatihi iktisadî bir değer olan altın da, bir mübadele vasıtası olarak bazı hallerde değersiz kalır, çünkü altın insan için temel ihtiyaç maddesi değildir. Ama peynir varsa para olmasa da onu başka yollardan elde etmek mümkündür, İslâm meseleye bu açılardan bakar. Ayrıca eline bol miktarda para geçiren kimse faiz yoluyla halkı sömürebilir, ama peynir sahibi peyniri çok olmakla halkı sömüremez.

Vadeli satışlardaki fark faiz değildir. Zira taksitle satışlarda mal ile para mübadele edilmektedir. Vade farkı olarak verilen fazla, mal karşılığıdır. Diğer bir husus da taksitli satışlar her iki tarafa da fayda sağlar. Halbuki faiz tek taraflı fayda sağlamaktadır. Ancak, bugün piyasada cari olan taksitli satışlarda kullanılan deyim ve hesaplama tarzı yanlıştır. Bazı müesseseler bu farkı faiz olarak isimlendirmekle ve taksitli satışlardaki peşin-vade farkını piyasada cari bulunan faiz hadlerine göre hesaplamaktadır. Bu şekilde yürütülen bir muameleyi faiz diye adlandırmak onu faize sokmaktır. Doğru olanı taksitli satışlardaki vade farkının piyasa durumuna göre hesaplanması ve adına da faiz denmemesi gerekir. Onun adı vade farkı veya taksittir. Ama bu fark paraya karşılık değil, alınan mala karşılıktır.

b) Miktar: Faiz işleminde miktarın önemi, faiz olarak ortaya çıkacak fazlanın belirlenmesinde işe yarar. Meselâ: Birisine 100 gram altın vermişseniz, bu altını ister aynı gün, isterse beş gün veya beş ay sonra yine 100 gram olarak geri almanız gerekir. Eğer fazla alırsanız işte bu 100 gramın üzerine alacağınız fazla miktar faizdir. Bugünkü finans kurumları, yaptıkları işlemlerde bu türlü faizden kaçınmak için, borç para vermek yerine, borç isteyen kimsenin ihtiyaç duyduğu maddeyi satın alıp üzerine kâr koyarak borç isteyene satmak yolunu tutmuştur. Bu işlem faiz değildir. Zira, cins ve miktar faktörü ortadan kalkmıştır. Finans kurumu, tacir veya sanayicinin nakit ihtiyacını karşılamak için araya girmiş, elindeki nakdi önce mala çevirmiş, sonra da o malı ihtiyaç sahibine belli bir fiyatla satmıştır. Bu tarz bir muamele taksitli veya vadeli satışa girer. Ancak bu işlem sözde değil fiilde olmalıdır.

c) Niyet ve maksat: Bilindiği gibi son asırda tanzim edilmiş bulunan çok değerli hukuk belgesi Mecelle'de: "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir." denilmiştir.

Aşağı-yukarı İslâm'ın bütün hadis kitaplarında ve fıkıh sahasında yazılmış eserlerin ilgili bölümlerinde nakledilmiş bulunan meşhur "Niyyet Hadisi"'nde: Ameller niyetlerle değerlenir. Herkes için ancak niyyet edip yaptığı iş vardır." denilmiştir. Gerek ahlâk ve gerekse hukuk ilimlerinde, yapılan işin tam sorumluluk taşıması için, onun serbest irade ile yapılması, yani yapanın bir niyyeti ve kastı bulunması şarttır. Aksi takdirde, yapılan iş, suç da olsa, niyyet ve kasıt yoksa tam sorumluluk teşekkül etmez. Bu itibarla faizden kaçınmak niyyet ve maksadı ile yapılan bir muamelede faize benzer durumlar olsa bile ona gerçek manâda faiz denmez. Ona, sadece "faize benzeyen işlem" denir. Aslında harama benzemek haram olmayı gerektirmez. Müslüman kişi hem niyet, hem de kasıt olarak faizden kaçınmalıdır. Benzerlikler aslı değiştirmez. Dinde kolay olanı almak esastır. Ruhsatlarla amel etmekte beis yoktur. Kıyası kullanarak, aslında haram olmayan yani dinin vahye dayalı esaslarında haram olduğuna dair hüküm ve beyan bulunmayan iş ve mes'elelerde benzerliklerden hareketle hüküm vermek, hakikatte dini daraltmak ve Allah'ın istemediği şeyleri kuldan Allah adına istemektir. Bundan şiddetle kaçınmalıyız.

d) Ferdî mülkiyet ve tasarruf hakkı: Haramiydin teşekkül edebilmesi için faizi alan ve veren tarafların her ikisi de şahıs olmalıdır. Çünkü sorumluluk şahıslara aittir. Bu şarta, bazı fıkıh âlimleri itiraz ediyorlar. Çünkü bu gerekçe şimdiye kadar pek kullanılmamıştır. Zira, eski zamanlarda müslim veya gayr-ı müslim devletler faiz ile uğraşmamışlardır. Faiz daha ziyade şahıslar veya sahipleri şahıslar olan müesseseler arasında cereyan etmiştir, İslâm faizi yasak etliği zamanda da faiz muamelesi şahıslar arasmda cereyan ediyordu. Daha sonra, bilindiği gibi sosyal hayatta pek çok değişmeler meydana gelmiş ve faiz olayı bir taraftan şahıslar arasında cereyan ederken, diğer taraftan devletler de bu işe karışmışlardır. Sermayesi devlete ait bankalar kurulmuştur. Şimdi bir devlet bankasındaki paranın sahip ve maliki millet adına devlettir. Devlet şahıs değildir. Buna göre, aldığı, verdiği faizden kim sorumludur?

Bu soruya "Devleti idare eden kimseler sorumludur." diye cevap verilecektir. Halbuki bu kişiler hakiki manâda mâlik değillerdir. Zira gerçek manâda mâlikiyyet olmayınca sorumluluk da olmaz. Esasen devlete ait malın hakiki mâlik ve sahibi yoktur. Sarf yeri de âmme hizmetidir. Bize göre, faizden kurtulmanın tek yolu ve kesin çaresi, halka kredi veren devlet bankalarının sayısını çoğaltmak ve bu bankalar yoluyla verilecek krediler karşılığında "masraf ve koruma" adı altında bir ücret almaktır; bu ücret faiz olmaz. Devlet, kredi alan şahıs ve kuruluştan:

Devletin bu işler için sarfettiği masrafı, ana parayı korumak için enflasyon miktarını alabilir. Bunlar hiçbir zaman faiz olmaz. Ayrıca taraflardan birisi hükmî şahsiyettir. Bize göre faizsiz sistem ancak bu şekilde kurulabilir. Halk da parasını ortaklıklarda değerlendirir. en-Nisâ' 160- 161.

 

 

ORTA VE UZUN VADELİ TEŞVİK KREDİLERİ

Bugün devletin verdiği orta ve uzun vadeli teşvik kredileri İçin geri alınan faiz, hakikatte faiz değildir. Devlet buna yanlışlıkla faiz demiştir. Bu ad değiştirilmelidir. Zira devlet verdiği bu kredilerden fiilen zarar etmektedir. Peki o zaman devlet neden zararına kredi veriyor? Çünkü devlet, millet için, halk için gerekli olan faydalı işlerin yapılmasını temin etmekle yükümlüdür. Bunu bizzat kendisi yapamıyorsa, başkalarına teşvik kredisi vererek yaptırabilir. Devletin verdiği teşvik kredilerinden zarar etmesi önemli değil, millet için gerekli hizmetleri vermesi önemlidir.

ÂI-i İmrân Süresindeki âyet ve meali şöyledir;

"Ey iman edenler ! kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin, Allah'tan korkun. Umulur ki kurtuluşa erersiniz. Bu hususta kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının. Allah'a ve Rasûlü'nc itaat edin. Umulur ki yarlığanırsınız." (Âl-i Imrân, 130 - 132).

Bu âyetlerde "Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin." buyrulması, faiz nisbeti az olduğu zaman veya sabit oranda tutulduğu takdirde bunun helâl olduğu kanaatini vermez. Olaya bu şekilde işaret edilmesinin sebebi, devrin arap toplumunda böyle bir işlemin yaygın olmasındandır. Esasen burada mürekkeb faize işaret edilmiştir. Müteakip âyetlerde ise, faiz yemenin sonucuna işaret edilecektir.

"Yahudi olduklarını söyleyenlerin zulüm ve haksızlıkları, yani pek çok kimseyi Allah yolundan saptırmaları, kendilerine yasaklanmış olan faizi alıp yemeleri, haksız ve gayr-ı meşru yollardan insanların mallarını almaları sebebiyle kendileri için daha önce helâl kılınmış olan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve yahudilerdcn kâfir olanlara acıtıcı bir azâb hazırladık."

Bu âyette yahudilerin yapmakta oldukları dört kötülükten söz edilmiştir:

Yahudi olmayanlara karşı zulüm ve haksızlık yapmakta beis görmemeleri,

insanları kötülüğe teşvik etmeleri ve Allah'a inananlara türlü entrikalar yapmaları,

Yasak olan faizi alıp yemeleri,

4. Gayr-ı meşru yollardan insanların mallarını almaları. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki âyetlerde faiz yeme, zulüm, kötülüğe teşvik ve gayr-ı meşru kazanç gibi davranışlar, eşit seviyede kötülükler olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bunların hepsi fertlere zarar veren fiillerdir.

Dün ve bugün bazı kimseler faiz yoluyla fertlere, topluluklara ve milletlere tahakküm etmektedirler. O halde iktisatçılar onu ne kadar müdafaa ederse etsin faiz, elinde kapital bulunduran bir azınlığın özellikle yahudilerin insan yığınlarına çeşitli yollardan haksızlık yapmaları demektir, İşte İslâm faizi bunun için haram etmiştir. er-Rûm, 39. âyet: "insanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince işte sevaplarını ve mallarını kat kat artıranlar onlardır."

Bu âyette enteresan bir hususa işaret edilmiştir. Sanki borç alan kimse, para sahibine faiz verirken onun borç verme iyiliğine karşılık olarak ve onun mallannın artmasını düşünerek faiz veriyor. Böyle olsa bile faiz haramdır. Allah, faiz alanların meşru servetini artırmıyor; görülen artış gayr-ı meşrudur; onun için değersizdir. Ama, zekât verene gelince, Allah onun servetini artırır. Aslında zekâtlar tam olarak verilse halkın krediye ihtiyacı kalmaz. Çünkü zekâlın sarf yerlerinden biri de iş adamlarından borçlananlara yardım faslıdır.

Faizle ilgili konular Kur'ân-ı Kerim'de sadece dört sûrede geçer. Bu âyetlerde fazla tafsilât yoktur. Tafsilât daha çok hadislerde geçer. Mesele açıktır: Faiz haramdır. Faiz vasfı taşıyan ve gayesi faiz geliri olan bütün ticarî muameleler haramdır.

Namaz ve zekât gibi faiz meselesi de Kur'ân'da mücmel olarak gelmiştir. Kur'ân'da faizin haram olduğuna dair hüküm vardır. Fakat faizin mahiyeti, keyfiyeti, evsafı, cereyan tarzı, miktarı ve kapsamına giren muamelât hakkındaki bilgiler Rasülullâh'ın sünnetinden öğrenilmektedir. Buna göre faizle ilgili hadislere baktığımız zaman görürüz ki faiz yasağının kapsamına giren maddeler, o gün insanların aralarında al ip-verdikleri temel ihtiyaç madeleridir.

Ebû Davud'un "Kitâbu'1-Buyû"' (3349)'da naklettiği bir hadis şöyledir: Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Basılmış olsun, külçe olsun altını altın ile basılmış olsun, külçe olsun gümüşü gümüş ile; bir müd verip bir müd almak üzere buğdayı buğday ile; bir müd verip bir müd almak üzere arpayı arpa ile; bir müd verip bir müd almak üzere hurmayı hurma ile; bir müd verip bir müd almak üzere tuzu tuz ile aynı ölçüde alıp-salmak caizdir. Kim ölçüde ziyade eder veya ziyade olunmasını isterse gerçekten faiz yapmış olur. Ama altını altın ağırlığında ve biraz da fazla gümüşle peşin alıp satmakta beis yoktur. Fakat veresiye caiz değildir. Buğdayı kendi ağırlığında ve biraz da fazla arpa ile peşin alıp satmakta beis yoktur. Ama veresiye olursa caiz değildir."

Ebu Davud dedi ki: Bu hadisi Saîd b. Ebî Arûbe ve Hişam Destuvâî aynı isnadla Katâde'dcn, o da Müslim b. Yesâr'dan rivayet etmiştir.

Bu hadisi ve benzeri diğer rivayetleri gözden geçirdiğimiz zaman görürüz ki, faiz olayında en önemli nokta, mal ve parayı elinde bulunduran bir zümrenin, bunlara ihtiyacı olan başka bir zümreye baskı uygulamasını önlemektir. Şayet bu önlenmez ise İktisadî gücü eline geçiren kişi veya kuruluşlar, insanları sömürmeye devam ederler. Bugün dünyamızda bu olay, devletler ve milletler seviyesinde yaşanmaktadır. Bugün dünyada iktisaden geri kalmış hiçbir ülke yoktur.

Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta şudur: Faiz, kişinin ele geçirdiği nakit parayı, cemiyette herhangi bir çaba sarfetmeden çoğaltması demektir. Para sahibi kişi, eğer bu para ile bir malı alıp satsaydı, insana iktisadî bir değer vermiş olurdu. Çünkü elindeki nakit para ile, ya bir malı imal etmiş, ya da onun elden ele naklini sağlamış olurdu. Bunu yapmayıp elindeki parayı başkasına kredi olarak vererek aynı cinsten bir pay alması, hem emek sarfetmeden kendisi için kazanç sağlamasına, hem de kredi alanın emeğine karşılıksız ortak olmasına sebep olmakladır. Başka nizamlar bir tarafa islâm böyle bir kazancı haram saymıştır. Çünkü para bizzat kendisi bir değer değildir. Sadece bir mübadele vasıtasıdır. Paranın mübadele vasıtası olması da devletin ve toplumun garantisine bağlıdır. Halbuki herhangi bir mal bizatihi bir değerdir. Nitekim yaşadığımız şu günlerde paranın bizatihi bir değer olmadığı Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle kanıtlanmıştır. Kuveyt dinarı.3.60 dolar ederken bir anda değerini kaybetmiş, geçmez hale gelmiştir. Çünkü Kuveyt dinarının değerini garanti eden devlet ve onun garantisi ortadan kalkmıştır. O halde altın hariç hiçbir para bizatihi bir değer değildir. Bazı hallerde altın da değer olmaktan çıkabilir. Çünkü altın, insan için temel ihtiyaç maddesi değildir. Ama ekmek, et, süt gibi maddeler hiçbir zaman değerlerini kaybetmezler.

 

FAİZSİZ SİSTEM

Bize göre, faizsiz sistemler kurmak mümkündür. Konunun özünde kredileşmek yatmaktadır. İki kişiden birisinin parası var, onu çalıştırıp daha çok kazanmak istiyor. Bu onun hakkıdır. Diğeri İse, müteşebbistir ve iş yapmak istiyor. Ama, parası yok, borç alması lâzım. Bu da onun hakkıdır.

Şimdi biz öyle bir sistem getirelim ki, iki tarafın da hedefi gerçekleşsin. Hem parası olan parasını çoğaltsın, hem de müteşebbis kredi alabilsin, fakat bu ihtiyaçlar faiz dışında yollardan karşılansın. İşte konuya bu şekiide bakmak gerekir. Bize göre faizsiz sistemi kurabilmek için dört yoldan yürümek ancak hedefe varmamızı sağlar:

1.     Şirketleşme : İslâm tarihinde müslümanların geliştirdikleri faizsiz ortaklıklar incelenerek özellikle mudârabe ortaklığı teşvik edilirse kısa vadeli üretimde faize ihtiyaç kalmaz. Zira geliştirilmişmudârabe şirketleri, kısa vadeli yatırımları yapabilir.

2.  Vadeli satışlar, taksitli satışlara dönüştürülmek sureliyle halkın ihtiyacı, araya faiz girmeden karşılanabilir. Bugün finans kurumlan kısmen bunu yapıyorlar.

3.     Karz-ı Hasen ve Zekât Sandığı kurulursa fakirliğinden dolayı krediye ihtiyacı olanlar rJa bu yoldan ihtiyaçlarım karşılarlar.

4.  Orta ve uzun vadeli teşvik kredileri. Bunu ancak devlet karşılar. Bize göre bunun başka yolu yoktur.

Eğer biz özellikle yatırım kredilerini devlete havale edersek, yani kredi ihtiyacını devlet karşılarsa, mesele kökünden halledilmiş olur. Yalnız devlet, kredi verdiği şahıs veya kuruluştan ana paraya ilâve olarak alacağı miktara faiz dememeli, ona masraf demelidir. Şayet meseleyi halkın iştiraki ile hallcdcccksek, o zaman kısa vadeli borçlar için karşılıksız fonlar oluşturmamız gerekir. Eğer iktisadî ortamda enflasyon varsa, ya o miktar hesaplanır, borçludan geri alınır veya altın esasına göre borç verilir. Burada ekonomistlere sesleniyorum : Son asırda yatırım ve üretim kredilerinin kaynağı kimdir? Devletler mi, yoksa şahıslar mı? Bu konu araştırılmalıdır. Bilindiği gibi devlet teşvik kredisi verirken bunu her zaman para olarak karşılamaz. Vergi indirimi, gümrük muafiyeti ve benzeri yollarla da devlet üreticiyi ve sanayiciyi teşvik etmektedir. Bunların devlete maliyeti nedir?

Orta ve uzun vadeli yatırımlar için krediyi devlet verir. Halkın elindeki nakit de ticarî şirketler yolu ile nemâlandırılabilir. Böylece faizden uzaklaşılmış olur. Bu sistemin yürüyüp yürümeyeceği ancak tatbik edildikten sonra anlaşılır.

Buraya kadar Kur'ân'a ve hadise göre faizin durumunu izah ettik. Şimdi ise günümüzde devletin sanayiciye verdiği orta ve uzun vadeli teşvik kredilerinin durumunu ele alalım:

Devletin veya sermayesi devlete ait olan bankaların verdiği orta ve uzun vadeli finansman kredileri islâm'ın yasakladığı faiz veya ribâ kapsamına girer mi, girmez mi konusunda bir karara veya hükme varabilmek için bu kaynağın ortaya çıkışı, mülkiyeti, ne maksatla biriktirildıği, verilen bu kredilerin devlete maliyeti ile faiz adı altında geri dönen miktar arasındaki müspet veya menfi farkın miktarı ve bu işlemlerin yapılmasında genel manâda hedefin ne olduğu hususlarının hem iktisâdı, hem de dinî yönden incelenmesi gerekmektedir. Bu soruların cevabını aşağıda vermeye çalışacağız:

 

KAYNAK VE SEBEP

Orta ve uzun vadeli finansman kredileri vermek için ortaya çıkan kaynağın çıkış sebebi, kamu yararıdır. Şöyle ki: Devlet, halktan topladığı vergiden ayırdığı bir miktar para ile yol ve fabrika yaptırmak istiyor. O halde devlet iki şeyi hedef almıştır:

Yolun veya fabrikanın yaptırılması, bunların hizmete açık tutulması. Bu işte devlet meselâ yolu, belli bir bedel karşılığında müteahhide yaptırır, sonra da devlet bütçesinden ayıracağı tahsisler karşılığında yolun devamlı hizmet görmesini sağlar. Buna göre devlet, yol yapımı için ya müteahhide kredi verir veya bugün yeni ortaya çıkmış bulunan "yap-işlet-devret" modelini kullanır. Diyelim ki yolu müteahhide verdi. Müteahhid de kendi öz sermayesine ilâveten devletten ayrıca kredi istedi. Devlet sadece yol yapımında kullanılmak üzere müteahhide kredi verir ve faiz alırsa, duruma bakılır. Eğer verilen krediden geri dönen miktar, masraflara ve enflasyona denk ise buna faiz denemez. Adı faiz de olsa hakiki faiz hükmüne girmez. Zira para devletindir ve faizi alan da devlettir. Diğer bir husus da faizi veren şahsın ödediği fazla miktar, aslında anaparayı çoğaltmamaktadır. Ayrıca, yapılan iş kamu yararınadır.

Konuya bir başka yönden bakalım: Devlet, ülkede sanayi ve tarımın gelişmesini, istihdam sahalarının açılmasını istiyor. Zira halkın ihtiyaç duyduğu sanayi ve tarım ürünlerini temin etmek devletin görevleri arasındadır.

Devlet, fabrikayı müteahhide kurdurup kendisi işletebileceği gibi müteşebbise kredi vermek ve bu fabrikadan elde edilecek kârı, onu yapıp işletene bırakmak yoluna gidebilir, işte bu gayeler İçin hazineden müteşebbise kredi verir, işin aslına bakılırsa devlet, ister kendi yaptırıp kendi işletsin, isterse ihtiyaç duyulan malları ve hizmetleri üretmesi için müteşebbise yardımcı olsun, onun hedefi ve görevi, kamu hizmeti vermektir. Yani, kâr gayesi yoktur. O halde devlet, verdiği orta ve uzun vadeli kredilerden geri aldığı faiz ile aslında zarar etmektedir.

 

MÜLKİYET MESELESİ

Devletin verdiği kredilerin mâliki millet adına devlettir. Eğer devlet, bu kredilerle kurulacak işletmelerin mülkiyetini de kendi uhdesinde bulundurmak ister ise bundan devletçilik sistemi doğar. Eğer mülkiyeti kısmen elinde bulundurmak isterse, halka açık iktisadî devlet teşekkülleri ortaya çıkar. Eğer devlet bunların yani işletmelerin fertlere ait olmasını düşünürse, o zaman devletin görevi, ülke insanının muhtaç olduğu üretimin gerçekleşmesi için teşvik ve destek sağlamaktır. Bunun da en makul yolu müteşebbise kredi vermektir. Orta ve uzun vadeli teşvik kredileri bu maksatla verilmektedir.

 

DEVLET HAZİNESİNİN KURULUŞ GAYESİ

Malûmdur ki devlet, evvelemirde milleti korumak, fertler arasındaki adaleti sağlamak, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin edip dengede tutmak için milletten vergi alır.

Devletin verdiği kredilerden aldığı faiz nisbeti ile masraf nisbeti arasındaki fark nedir? İşte bu husus da konuya ışık tutacaktır.

 

KREDİ VERMEKTEN GAYE KAZANMAK MIDIR?

Kanaatimce devletin verdiği finansman kredilerinde kâr gayesi yoktur. Aksine devlet, göz göre zarar etmektedir.

Buraya kadar serdedilen hususlar dikkate alındığında özel olarak devletin vermekte olduğu uzun ve orta vadeli teşvik ve destek kredilerinde İslâm'ın yasakladığı ribâ, yani verilen miktar üzerine reel bir artış gerçekleşmemektedir. Ayrıca devlet, zaten bu kredileri verirken böyle bir niyyete de sahip değildir.

 

NETİCE

Devlet tarafından üretimi artırmak ve istihdam sahaları açmak gayesiyle verilen orta ve uzun vadeli teşvik kredilerini almakla dinen bir sakınca yoktur. Bu bir görüştür, isteyen bununla amel edebilir.

Esasen İslâm'ın iktisat düzenini tatbik edilmediği bir çevrede ve sistemde yapılan muamelelerin İslâmî ölçülere tam olarak uygunluğu düşünülemeyeceğinden bizim ortaya attığımız bu görüş bir ara çözümdür, İslâm iktisat düzeni tam olarak tatbik edildiğinde bunlar zaten kendiliğinden düzene girecektir.

Benzer Konular

ÇAĞIMIZIN AHLAK BUNALIMI VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

24-26 Nisan 2009 / İstanbul Topkapı-Eresin Hotel'de İslami İlimler Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilen Çağımızın Ahlâk Bunalımı ve Çözüm Arayışları konulu Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı açılış konuşmasının Türkçe ve İngilizce metinlerinin tamamı için TIKLAYLINIZ.

HARAM KAZANÇ

Deriz ki, haram mal veya haramlardan gelen bir kazançla kurban kesilir. Zira kurban bir hayırdır, bir sadakadır. Bu konuda genel kaide, haram yerden elde edilen mal vs. mümkünse sahibine iade edilir. Şayet sahibi bilinmiyorsa sadaka olarak verilir. Devlete intikal ederse o da sadaka sayılır. Zira devlet amme hizmeti görmektedir. Haram karışan veya haram şüphesi taşıyan mallardan şüphe edilen miktarın hayra verilmesiyle o mal temizlenmiş olur. Verilmemiş zekâtlar da ana sermaye içinde haram mal gibidir. Zira zekât miktarı kadar mal başkasına aittir.

İBADET ve MÜESSESE OLARAK ZEKAT

Giriş, Zekat ve sadakanın manası, fakirlik problemi, zekatın tarihçesi, zekatın dindeki yeri, müessese olarak zekat, Zekat mükellefleri, zekata tabi mallar, zekatı farz olan malın şartları, Zekata tabi mallar, Zekatın sarf yerleri ve teslim usulü, Zekatın toplanması ve dağıtımı Fert ve cemiyet hayatında zekatın yeri ve önemi, Fıtır sadakası ve zekatın dışındaki mali mükellefiyetler bu eserde ele alınmıştır.