Hayat ve Hatıralarım
e
H A T I R A T
DOĞANLAR KÖYÜ
Yavuz Sultan Selim zamanındaki kayıtlara göre Doğanlar köyünün eski adı DOĞANTAŞ imiş. O devirlerde bölgede DOĞANTAŞ olarak bilinen köy iken daha sonraları Doğanlar Köyü olarak tanınmıştır. Söylendiğine göre eskiden o bölgede bulunan dağlar ormanlık imiş. Kurt, tilki, sansar, porsuk yaban domuzu, tavşan gibi hayvanlar ve kuzgun atmaca, cırık, keklik, cukka, şahin doğan gibi kuşlar bu bölgede bol imiş. Buralar da yaşayan insanlar genellikle avcılıkla meşgul olurlarmış. Doğan kuşuyla avlanma geleneği yaygın imiş. Fakat bu âdet sonraları terkedilmiş ama anıları devam etmektedir.
Hatta ben çocuk iken köyümüzde pek çok avcı vardı. Yukarıda sayılan hayvanların ve kuşların çoğu mevcut idi. Özellikle tilki, porsuk ve sansar avı devam ediyordu. Çünkü henüz ulu ağaçlarla kaplı ormanlık dağlar vardı. Dağlarda yerden kaynayan pek çok akar sular vardı. Ama şimdi bu dağlar ormansız ve susuzdur. Çölü andıran çıplak dağlar halindedir.
BÖLGENİN İDARİ YAPISI
Doğanlar Köyü, Muğla, Burdur ve Antalya vilayetlerinin birleştiği bir noktada bulunmaktadır. Mesela bizim köye bir saatlik mesafede bulunan Çıvgalar, Kayabaşı ve Küçüklü köyleri Antalya’ya bağlıdır. Yine Doğanlar’a yaklaşık bir saat mesafede bulunan Yazır Köyü de Burdur’a bağlıdır. Medreseleriyle meşhur olan Elmalı Kazası –ki Antalya’ya bağlıdır- Doğanlar Köyüne yürüyüşle altı ile saat mesafededir. Burdur’a bağlı olana Horzum Medreseleri de takriben altı-yedi saat mesafededir. Şu anda Doğanlar Köyünden bir çok aile Antalya’da yerleşmiştir.
Doğanlar Köyünün de bulunduğu bölgenin genel adı SEKİ YAYLASI’dır. Bu bölgenin nahiye merkezi SEKİ’dir. Bu bölgede bulunan başlıca yerleşim yerleri yani köyler şunlardır: Seki (nahiye), Dont, Zorlar, Kayabaş, Doğanlar, Bekçiler, Çaltılar, Çobanisa, Karaçulha, Gökben ve vs….
Bölgenin rakımı, 300 ile 1500 arasında değişir. Kışları soğuktur ve kar yağar.
Doğanlar Köyü Fethiye’ye 90 km mesafededir. Eskiden köyden kazaya yürüyerek 2 günde gidilirdi. Şimdi araba ile bir saattir. Antalya’yı İzmir’e bağlayan önemli ve işler karayolu Doğanların bir mahallesi olan Bekçilerden geçmektedir. Fethiye’yi İstanbul’a bağlayan ve Burdur’dan geçen karayolu da Bekçiler’den geçer.
BÖLGENİN GEÇİM KAYNAĞI
Bölgenin başlıca geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdır. Buğday, arpa, yulaf, nohut, mısır, darı, patates gibi ürünler bölgenin yayla kısmında ekilen ürünlerdir. Her çeşit sebze ve meyve de mevcuttur.
Eskiden bölge halkı yazın yaylalara ve dağlara, kışın da ılık ve nemli, bol yağmur alan Fethiye ve Esen sahillerine göçerlerdi. Tabii şimdi daha çok yerleşik düzen hakimdir.
Bölge halkı bu şekilde bir göçebe hayatı yaşarken bu renkli hayatın neticesi olarak pek çok şarkılar, türküler halk arasında yaygındır. Mesela “Yayla yollarında…” diye başlayan aşk ve üzüntü şarkıları vardır. Bu yollarda o gülerin şartlarına göre yapılmış hahlar, su sarnıçları, konaklama yerleri vardı. Halk bahar gelince koyun, keçi, sığır, eke, at, deve, ve katır gibi hayvanlarıyla, tavuğu köpeği ve kedisiyle, devlere salmış yükleri ve çadırlarıyla çoluk çocuk yollara düşen ve yaylara göç ederlerdi. Sonbaharda da aynı şekilde sahile inerlerdi. Bu yolculuklar asırlarca böyle devem etti.
BİTKİ ÖRTÜSÜ
Bölgenin bitki örtüsü oldukça çeşitlidir. Bölge tamamen ormanlıktır. Bu bölgede 50 kilometrelik bir mesafede dünyada yetişen bitkilerin pek çoğuna rastlamak mümkündür. Fethiye ve Eşen sahillerinde sıcak iklim bitkilerinin hemen hepsi vardır. Zeytin, nar, her çeşit narenciye, keçi boynuzu palamut, tenel ve zekkum ağaçları gibi meyve veren ağaçlar, çeşitli kereste ormanları vardır. Seracılık yoluyla her çeşit sebze yetiştirilir.
Deniz sahillerinden başlayarak yukarı doğru yürüdükçe kademe kademe bitki örtüsü ve çeşitleri değişir. Yükseldikçe sahilde olmayan bitkiler ve ağaçlar karşınıza çıkar. Rakım yükseldikçe çam, köknar ormanları vardır. En sonunda ardıç ormanları, karamuklar göze çarpar ve en sonunda da bitkisiz karlı dağlara rastlanır. Bu kadar çeşitliliği 50 kilometre mesafede ancak Fethiye ve Antalya bölgesinde görebilirsiniz.
TARİHİ ESERLER
Fethiye bölgesinde adım başına bir harabeye ve kalıntıya rastlamak mümkündür. Bu bölgede çok eki medeniyetlere yaşamıştır. Akar suları çok boldur.
BENİM SOYUM
Yaşlı insanlardan aldığım ve halk arasında dolaşan bilgilere göre, soyadı kanunu çıkmadan önce ailemizin adı MUCUKLAR idi. Bu sülalenin bu bölgeye Çankırı’dan geldiği siylenir. Aile ilk önce Elmalı’nın Eskihisar köyüne yerleşmiş oradan da Fethiye bölgesine geçmiş. Eskihisar köyünde herkesçe bilinen Çankırı’lı Mustafa Eğ-fendi diye bir oradan da Fethiye bölgesine geçmiş. Eskihisar köyünde herkesçe bilinen Çankırı’lı Mustafa Eğ-fendi diye bir âlim kişi varmış. Takriben 18. asırda ailenin bir bölümü Fethiye bölgesine geçmiştir. Söylendiğine göre bunlar dört kardeş imişler. Bunlardan birisi Doğanlar Köyüne, diğer üçü de bugün Antalya vilayetine bağlı Çıvgalar, Kayabaş ve Küçüklü köylerine yerleşmişler.
Doğanlar Köyüne yerleşenlere Mucuklar, Çıvgalara yerleşenlere Ketselliler, Kayabaş’a yerleşenlere Kelayanlar, Küçüklü’ye yerleşenlere Kındıllılar denmiş.
Benim bağlı olduğum sülaleden ondukuzuncu asrın sonlarında bölgenin ağası olarak meşhur olan mucuk İsmail’dir. Bu zat Babamın dedesidir. Onun oğlu Ali Efendi, Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hocadır ve köyde bir medrese açmıştır. Babam Şakir özek de Elmalı Medreselerinde okumuş bir hoca idi ve köyde 20 sene kadar da imamlık ve hatiplik yaptı. 1999 senesinde 97 yaşında vefat etti. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin.
Annem Nazmiye hatun da Horzum medreselerinde okumuş, Öküz Ahmedin Ali Efendi diye meşhur imiş.
Annem, çok akıllı ve bilgi bilgili bir hatun idi. Ben onun o kadar derin bilisine ve anlayışına, bize ezberden anlattığı hikaye ve masalları nasıl öğrenip aklında tuttuğuna hala şaşarım. Bütün köy kadınları gelir ona akil danışırdı. Açık yürekli, temiz kalpli, hoş sohbet, herkese iyilikle davranan, güleryüzlü sevecen bir hanım efendi idi.
Annem 14 tane çocuk doğurmuştu. Bunların hepsi bir ana ve babadan idi. Biz 11 kardeşiz. Sekiz kız 3 oğlan. Ancak birkaç ay önce kızlardın biri vefat etti. Şu anda hayatta on kardeşiz.
MUCUK SÜLALESİNDEKİ GELİŞMELER
Elmalı’nın Eskihisar Köyüne Çankırı’dan hangi tarihte geldikleri tam olarak bilinmeyen mucuklar sülalesi, orada bir müddet kaldıktan sonra aralarından dört kardeş olduğu bilinen dört kişiden biri, Fethiye’ye bağlı Doğanlar Köyüne göç eder.
Doğanlar’a yarleşen ilk kişinin adı bilinmemektedir. Ama onun torunu olduğu sanılan mucuk İsmail, babamın dedesidir.
Çıvgalar’a göç edenler “Mestelliler” diye Küçüklü’ye göç edenler de “Kındılar” diye bilinmektedirler. Bu iki koldan göze batan bir kişi yetişmemiş olacak ki, zaman içinde bunlar etkinliklerini kaybetmişlerdir. Veya onlar hakkında benim fazla bilgim yok.
Kayabaş Köyüne göç eden aile kısa zamanda bilgenin tanınmış kişilerini yetiştirmiştir. Orada Kelayanlar diye tanınan bu aile Antalya vilayetinin merkezinde ve civarında yerleşmişler ve çok büyük arazilere sahip olmuşlardır. Bunlardan 1940 lı yıllarda talebe olarak Antalya’da bulunduğum sırada Kel Tevfik ve Hacı Salih adında yaşlı iki kişiyi tanıdım. Her ikisi de büyük arazilere sahip ağalardı. Özellikle Hacı Salih’in çok büyük arazisi vardı. Bugün Antalya Havalimanının bulunduğu araziler ve o bölgeye yakın ormanlar hep Hacı Salih’in idi. Ben Antalya’da talebe iken Hacı Salih beni görmek istemiş ve bizi okutan hoca Ömer Ali hafıza haber göndermiş. Hoca……
MUCUK İSMAİL
Babamın dedesi Mucuk İsmail, Doğanlar köyünü ağası imiş, yedi tane oğlu varmış. Bunlardan mucuk Ali efendi benim dedem. Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hoca imiş. Köyde bir medrese açmış ve hayatını köyde geçirmiş.
Mucuk İsmail’in diğer oğulların Mehmet Çavuş ve Osman Çavuş da köyün ileri gelenlerinden imişler.
Babamdan duyduklarıma göre, Osmanlının son zamanında Abdulhamit devrinde Osmanlı Meclisi Mebusanı açılınca Fethiye’den Meb’us seçilmek için Yunus Nadi Mucuk İsmail’e mektup yazarak kendisini desteklemesini istemiş, o da desteklemiş ve Yunus Nadi Fethiye Meb’usu olmuştur.
MUCUK ALİ EFENDİ
Elmalı’da Medreseyi bitirip köye gelince evlenen Ali Efendi’nin ilk hanımından aç kızı olmuş, fakat oğlu olmamış, banun üzerine orta yaşta iken henüz kız olan Rukiye ile evlenmiş, ondan üç oğlu iki kızı olmuştur.
Oğulları: Şakir, Nurullah ve İsmail’dir.
Kızları: Hanım ve Hafsa’dır.
Bugün sadece İsmail Özek hayattadır.
BABAM ŞAKİR ÖZEK
1999 Yılında 97 yaşında vefat eden Şakir Özek, 1923 de medreseler kapanıncaya kadar Elmalı medreselerinde okumuştur. Daha sonra köye dönen Şakir Özek önce…evlenmiş, kısa süre sonra ondan ayrılarak Öküz Ahmed’in Ali Efendi diye tanınan, Burdur’a bağlı Horzum Medreselerinde okumuş Ali Efendinin kızı Nazmiye Hatun ile evlenmiştir. Şakir ve Nazmiye’nin 14 çocukları olmuş, bunlardan 11 tanesi yaşamıştır. Sekizi kız, üçü oğlandır.
Kızlar: Zeynep, Hamide, Hafsa, Şahsena, Rukiye, Fatıma, Ayşe ve Kevser’dir. Hepsi evlenmiştir.
Oğlanlar: Ali, Mustafa ve Tahsin’dir.
Ali Özek, Prof. Dr. İlahiyatçıdır ve Tefsir mütehassısıdır.
Mustafa Özek, doktordur.
Tahsin Özek, hakimdir.
On bir kardeşten Hamide 3 ay önce vefat etmiştir. Şu anda 10 kardeşin hepsi hayattadır.
Şakir Özek 1999 yılında vefat ettiği zaman torunların sayısı 200’ü aşmıştı.
ŞAKİR ÖZEK
Tahminen 1903 yılında Mucuk Ali Efendi ve Rukiye ‘den doğan Şakir Özek, Doğanlar Köyünde o günün şart ve imkanlarına göre ilk tahsilini yaptıktan sonra, Elmalı’da bulunan Sinan Ümmi Medresesine kaydolmuştur. 1923’de Medreseler kapatıldıktan sonra köye dönmüş ve tarımla uğraşmağa başlamıştır.
HAYATIM
Benim resmi doğum tarihim 1932’dir. Ancak babamın verdiği bilgiye göre 1927 veya 1928’de doğmuş olmam gerekiyor. Annemden aldığım bilgiye göre de bahar aylarında yeni Doğanlar köyü hava şartlarına göre Mısır ekimi zamanında doğmuşum. Mısır ekimi zamanı, mayısın on beşi ile haziranın on beşi arasıdır.
Bu karışıklığın sebebi, Birinci Dünya savaşında Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve akabinde meydana gelen İstiklal savaşı sonrasında ortaya çıkan son derece zor şartlardır. Zira insanlar savaşın etkileriyle şaşkın durumdadır. Fakirlik, çaresizlik, hastalıklar ve benzeri sıkıntılar insanları hayatlarından bezdirmiştir. O sebeple bir süre sular duruluncaya kadar insanlar şaşkındırlar. Kanaatimce benim doğum tarihimin tam olarak senesinin ayının ve gününün bilinmemesi bunlardandır. Çünkü benden sonra doğan kardeşlerimin hepsinin doğum tarihleri bellidir.
Söylendiğine göre ben doğduktan sonra babam askere gitmiş, mektubuna benim çocuğu yazdırıver demiş, ama muhtar unutmuş yazdırmamış. Babam askerden geldikten sonra ailenin üçüncü çocuğu doğmuş işte o zaman benim yazılmadığım ortaya çıkmış ve yeni doğan kardeşimle ikiz olarak yazdırmışlar.
Çocukluğunda ilk hatırladığım veya hiçi unutamadığım olay, babamın askerden geldiği akşamdır.
Babam Bahriye askeri idi. Askerliğini İstanbul’da, o dönemin çok meşhur gemisi YAVUZ’ da yapmıştır. Babam her zaman yavuzu anlatırdı. Herkes onu, yavuzu anlatırken can kulağı ile dinlerdi. Hatırımda kalan bazı sözleri söyle idi: yavuz 25 mil hızla hücum eder, dönüş yapmadan 30 mil hızla geri kaçardı…
Babam o devirde üç sene askerlik yapmış. Zira bahriye askerliği 3 sene imiş. Yavuz Gemisi, İstanbul, Göçlük, Çanakkale, Gelibolu limanlarını dolaşırmış.
Babam, bir akşam vakti askerden geldi. Beni kucakladı, öptü ve getirdiği bir takım bahriye çocuk elbisesi ve potini bana verdi. Ben onları aldım yatağıma gittim ve onları kucağıma alarak yattım. İşte hatırladıklarım bu kadar. Ben ondan sonrasını hiç hatırlamıyorum. Yani o bahriye elbisesini nasıl giydim. O potinleri nasıl giydim. Onlarla arkadaşlarıma karşı nasıl çalım sattım, bunları hiç hatırlamıyorum. Zira ben o zaman 4 veya 5 yaşında idim.
Çocukluğumla ilgili ilginç bir olay. Ben Mısırda talebe iken 1952 senesinde bir Yörük kadını bize gelerek anneme “Ben senin Mısırda okuyan oğlunu görmek istiyorum der” Bunun üzerine annem beni çağırdı, bu kadıncağız seni görmek istiyor, dedi. Ben de hemen geldim, kadına hoş geldin dedim. Kadıncağız bana baktı, Anneme dönerek “Nazmiye! Bu çocuk senin koca cevizin altına çakıp ovaya orak biçmeye gittiğin çocuk mu dedi. O da evet deyince kadıncağız hayretini gizleyemedi ve “Buna inanmam ama Allah her şeye kadirdir” dedi.
Bu olayın aslı şu:
Söylendiğine göre ben bir ila bir buçuk yaşlarındayım. O sırada babam askerde. Annem yalnız başına bütün işleri yürütmek zorunda. Yaz günü orak zamanı. Annem beni orağa götüremiyor zira üç yaşında büyük kardeşim var. İki çocuğu birden orağa götürmek orada iş işlemek zor. Onun için beni “koca ceviz” dediğimiz büyük bir ceviz ağacının gölgesine, iki üç metre uzunluğunda bir iple bağlar yanıma su ekmek kor ve ovaya orak biçmeye gider.
Tabii bu durum günlerce devam eder. Ceviz ağacı yola çok yakındır. Hergün oradan geçen bir Yörük kadını beni görür. Bakar, çok acır. Çünkü ben çocuk, tabii toz toprak içinde, her tarafım pislenmiş vaziyette ya oturuyorumdur, ya da yatmış uyuyorumdur. Kadıncağız benim halime acır ama yapacağı bir şey yoktur.
Gel zaman git zaman kadın benim Mısır’a okumaya gittiğimi ve yaz tatilinde Türkiye’ye geldiğimi işitince o ceviz altında takılı gördüğü zavallı çocuğun nasıl olup da okuduğunu ve yurt dışına gittiğini merak eder ve o yüzden beni görmeğe gelir.
Ben de şahsen bu olayı öğrenince çok şaşırdım Ama şunu iyi biliyorum ki, böyle namüsait şartlarda yetişen, büyüyen hayatta başarılı olan nice insanlar vardır.
Köyde doğmanın hem avantajları hem de dezavantajları vardır. Bir ata sözünde “büyük adamlar köyde doğarlar, fakat köyde yaşamazlar”
Köyde geçen çocukluk hayatımda pek çok enteresan olaylar vardır. Burada hatırlayabildiğim bazılarını nakletmek istiyorum.
OKUL HAYATIM
Bizim köyde o zaman 1930’ lu yıllar ilk okul yoktu. Köye yürüyüşle bir saatlik mesafede bulunan ÇALTILAR köyünde üç sınıflık bir ilk okul vardı. Babam beni diğer 4 arkadaşla birlikte Çatlılar köyüne gönderdi. Okul Çatlılar Köyünün ÇÖLLER mahallesinde idi. Orada bizi Veli Osmanı diye tanınan bir ailenin yanına yerleştirdiler. Böyle biz üç senelik ilk okulu yatılı olarak okuduk. Üçüncü sınıfı bitirince dördüncü ve beşinci sınıflar açıldı. Biz de artık büyüdük. 4. ve 5. sınıfları gidip gelerek okuduk. Bu bir saatlik yolu her gün yürüyerek gidip geldik.
OKULDA GEÇEN BİR OLAY
Dördüncü sınıfta iken İzmirli yaşlı bir öğretmen vardı. Son derece inançsız ve belki de ataist biri idi. Sınıfa girdiği zaman “Çocuklar! Allah var mı?” diye sorardı. Öğrenciler “var” derse o da “Allah bana şeker ver” de bakalım o size şeker verecek mi” derdi.
Öğrenciler Allah’tan şeker isteyince tabii Allah onlara şeker vermezdi. Sonra hadi şimdi de “Öğretmenim şeker ver” diye bağırın derdi. Öğrenciler bağınca cebinden şeker çıkarıp öğrencilere verirdi.
Benim dedem Mucuk Ali Efendi Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hoca idi. Dedemin pek çok ciltli kitapları vardı. Bu kitaplar dedemin evinde duruyordu. Nenemden izin alarak dedemin kitaplarından cildi güzel olan birini aldım Maksadım, cildini okul kitabına kap yapmak idi. Kitap tabii Arapça idi. Çocukluk bu ya, kitabı diğer kitaplarımla beraber okula götürdüm. Bir ara öğretmen o kitabı gördü ve aldı. Sonra da okula çağırdı ve babamı mahkemeye vermeğe beni okuldan atmağa kalktı. Muhtarın ve ihtiyar heyetinin araya girmesiyle öğretmen beni okuldan atmaktan vazgeçti. Beşinci sınıfta yeni ve kadın bir öğretmen Naciye Gökçen geldi. Naciye öğretmen inançlı idi. O yüzdün önceki öğretmenin yaptıklarını yapmadı.
Beşinci sınıfı bitirirken okulumuza müfettişler geldi. Talebeler arasında Köy Enstitülerine öğrenci seçiyorlardı. Beni de İzmir Kızılcullu öğretmen okuluna seçtiler Fakat ben gitmedim. Çünkü babam beni Antalya’ya göndermek istiyordu. Nitekim daha sonra ben Antalya’ya gittim. Orada dört sene okudum. Oradan Fethiye’ye, bir sene sonra İzmir’e 1950 senesinde de Mısır’a gittim.
KÖY HAYATIMDAN KESİTLER
Takriben 18 yaşıma kadar çocukluğum kısmen köyde geçti. Kısmen diyorum, zira köye daha ziyade yazları geliyordum.
Doğanlar köye, Fethiye’ye 100 km. kadar uzaklıkta, rakımı yüksek, kışları oldukça soğuk, iklimi sert bir bölgede yer almaktadır. Bu sebeple köyde daha ziyade buğday, arpa, mısır, fasulye, nohut gibi ürünler yetiştirilir. Bilindiği gibi yetiştirmesi oldukça zor ürünlerdir bunlar.
Ben köyde bulunduğum zamanlarda çift sürdüm, ekin ektim, su suladım, orak biçtim, harman dövdüm ve bunlarla ilgili her çeşit işleri yaptım.
FİNİKE SEYAHATI
Doğanlar köyünde yaşayan insanlar genelde fakir kimselerdir. Bu yüzden kış aylarında Finike’ye çalışmağa giderlerdi. Bu göçler kış mevsiminin Kasım ayında başlar,nisan ayında biterdi.
Çocukluğumda bir dfa ben de ailemle birlikte Finike’ye gittim. Köyden Finike’ye nasıl gittiğimizi pek fazla hatırlamıyorum. Finike’de kaldığımız süreyi çok iyi hatırlıyorum.Bilindiği gibi Finike o bölgenin adıdır. Limanın bulunduğu kısma Kale, bölgenin merkezine Demircilik denirdi. Pek çok ülkede naranciyesi ile meşhur olanFinike, kışları ılık. Yazları da oldukça sıcak bir bölgedir.
Bu bölge saysız tarihi eserle doludur. Şimdi portakal bahçeleriyle kaplı bulunan bölge, otuzlu ve kırklı yıllarda tamamen ormanlık idi. Finike’nin toprak sahipleri. Bu ormanlık arazileri tarla haline getirip portakal ve limon vetiştirmek maksadıyla ormanları kesip köklerini çıkartıyorlardı. İşt bu yüzden köylüler arasında bu işe “ kök kazma” denirdi. Zira köylüler,kestikleri ağaçların köklerini de kazarak yeri tam olarak tam olarak tarla haline getiriyorlardı.
Bizim aile başkalarıyla beraber Demirciliğe yakın Hasköy denilen bir yerde sazdan yapılan damlarını kurdular.
Benim köyden ilk çıkışım bu göç sebebiyle idi. Köyden yola çıkınca ilk vardığımız yer.Kayabaşı köyü idi. Sonra oldukça dik yakuşlu. Sarp geçitli bir dağ olan Güü belini aşarak Eskihisarköyüne vardık. Eskihisar’dan sonra vardığımız Antalya’ın kazası Elmalı. Medreseleri ve kubbeli camileriyle ünlü şirin bir kasabadır. Ben ilk defa orada kubbeli Paşa Camiini gördüm. Oradan yavaş yavaş , rakımı düşen, dağlık, manzarası çok güzel, ormanlık bölgelerden geçerek Finke çukuruna vardık. Finike’den denize dökülen Avdan çayı özellikle beni çok etkilemişti.
Bir kış boyunca Finike’de kaldık. Babam kök kazmağa gider, annem de ev işlerine ve çocuklara bakardı. Zira osırada biz dört kardeş idik: üç kız bir oğlan. Bir gün oranın yerlilerinden toprak sahibi bir kişi, tarlasına girip ekin yediği gerekçesiyle bizim eşeği almış götürüyordu. Erkekler işde olduklarından evlerde sadece kadınlar ve çocuklar vardı. Kadınlar adama yalvarıyorlar, eşeği bırakmasını zararı ne ise öneceğiğni söylülorlar, ama adam, eşeği yularından tutmuş götürüyordu. O sırada ben elime bir taş aldım. Yavaşca arkadan yaklaşarak adamın sırtına taşı vurdum. O sırada adam eşeği bıraktı ve beni yakalamak için arkamdan koşmağa başladı.Ben de var hızımla kaçtım. Tabii adam beni yakalayamadı. O esnada kadınlar da eşeğiğ oradan uzaklaştırdılar. Adamcağız uzaktan bana küfürler yağdırıyor ve beni yakalayıp döveceğini söylüyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı.
B İ R D İ L N Ü K T E S İ
Annem Nazmiye Özek anltıyor: Bir gün komşu hanımlarla birlikte yakınımızda bulunan oranın yerlisi bir hanımı ziyarete gitmiştik. İki katlı olan evin ikici katına çıktık. Ev sahibi kadın büyük bir iltifatla bize “ ininiz ininiz” dedi. Biz de hemen aşagıya inmeye başladık. Kadıncağız bize ‘ Size ininiz diyorum, dıyorum, gidiniz demiyorum’ diye seslendi. İşte o zaman biz anladık ki, onların yöresinde ‘ ininz’ demek oturunuz demekmiş. Annem bunu anlatır ve gülerdi.
Bunun gibi bir olayla 1992 de Azar baycan’a yaptığığmız bir seyahette karşılaştık: Rehber kadın bize ‘ otobüsten düşünüz’ diye seslendi. Onların lehçesinde ‘düşmek’ inmekmanasına geliyormuş, tıpkı Finike’de ‘inmek’ oturmak manasına geldiği gibi.
FİNİKE’DEN DÖNÜŞ YOLCULUĞU
Bahar geldi,Finike’den dönüş tolculuğu başladı. Bölgede havalar ısınmağa başladı. Yavaş yavaş göçebe halk yayla yollarına düştü.
Finike’de özellikle Avdan çayı deltasında rengarenk çiçekler, özellikle lale ve gelincikler açmış, her taraf adeta renklerle dolmuştu. Eşeklere yükler sarıldı. O günlerde eşekten başka yük hayvanı yoktu bizde, zira fakirlikten dolayı köylüler sadece eşeklere sahiptiler. Üç-dört yaşında çocuklar bile iki günlük yolu yürümek zorunda idiler. Zira eşeklere yük sarıldığı için onlara binmek imkansızdı. Lakin yüryerek gidilen o yollar ne kadar güzel, ne kadar heyacan verici, ne kadar can çekici idi. İnsan kendini tabiatle baş başa buluyordu. Etrafda ormanlarla kaplı dağlar, karların erimesiyle şırıl şırıl akan dereler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar,rengarenk çiçekler adeta insanı büyülüyordu. Çocukluğumda gördüğüm ve fiilen yaşadığın bu hayat ve manzaralar hala zihnimden silinmiş değildir. Kafile Elmalı’ya gelince orada bir süre konaklanır, köylüler köyde ihtiyaçları olan şeyleri, şeker, tuz, sbun, bz-basma, orak çapa gibi her çeşit ihtiyaçlarını satın alırlardı. Biz çocukları en çok cezbeden ve çoksevdiğimiz şeyler,Elmalı’nın lokumu, çöhen ve miyan kökünden yapılmış helvası, şekerlemesi ve leblebisi idi.
Köylüler Finike’den başka Antalya’ya,Fethiye’ye Eşen ve Dalama’a da çalışmağa, pamuk toplamağa gderlerdi. Fakat bu yerlere gitmek çocukluğumda bana nasip olmadı.
İLK OKULA GİTMEDEN ÖNCE KÖYDE GEÇEN YILLAR
İlk okula gidinceye kadar köyde hayatım, diğer çocuklar gibi mal gütmek, ekin beklemek ve oyun oynamakla geçti. Şu anda hayatımın o kesitinden fazla bir şey hatırlamıyorum. Sadece köyde açılan özel okuma kurslarına devam ederek dini bilgileri Kur’an okumasını öğrendem. Köyümüzde ilk okul olmadığı için Çaltılar ilk okuluna gittim. Orada üç sene yatılı olarak okudum. Yaşımız büyüdüğü için 4 ve 5. sınıfları gelip giderek okuduk.
İLK OKULDAN SONRA
İlk okulu bitirince, Antalya’ya bağlı Kayabaşı köyünde ikamet eden ve kışları da Antalya’nın Olukağızı köyüne göçen Ömer Ali hocadan Kur’an dersleri aldım. Daha sonra bizi, hafızlığa çalışmak üzere Antalya’ya gönderdiler. 1943-1945 arası Antalya’nın Olukağızı köyünde Öner Ali Hafız’dan kur’an dersleri alarak hafız oldum. Daha sonra Fethiye’de bir sene Avukat Kadı Ahmet Kestepli’nin yanında çalıştım. O esnada Muğla’da bulunan hacı Tahir’le tanışarak 46 senesinnin Ramazan ayında Muğla’da mukabele okudum. Aynı sane muğla’daki hocaların tavsiyeleriyle İzmir’in Kestane pazarı Kur’an Kursuna geldim. Çok değerli hocam hacı Salih Tanrıbuyruğu beni hemen Kursa kabul etti. 1950 yılına kadar İzmir’de kaldım 1950 yılının Eylül ayında Mısır’a gittim. 1951 yılındı Ezher Ünüversitesinin usuluddin Fakültesine girdim. 1955’de Fakilteyi bitirerek master bölümüne girdim. 1957 yılında İcâzetü-d Dâva Vel İrşat bölümünde mastırımı tamamladım ve Türkiye’ye İzmir’e döndüm ve 1959 senesinin sonbaharına kadar İzmir Kestane pazarı Kur’an kursunda öğretmenlik yaptım. 1959 senesinin kasım ayında İstanbul’a geldim. 1960 senesinde yarım yıl İstanbul İmam-Hatip Okulunda öğretmenlik yaptıktan sonra aynı yılın kasım ayında yedek subay öğretmen olarak askere gittim. Askerlik dönüşü 1962-1963 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne Arapça ve Hadis hocası olarak tayin edildim.
ANTALYA HATIRALARI
Antalya’ya gitmeğe karar verilince bizim köyden beş öğrenci Antalya’ya gittik. Bunlar; Hüseyin hafız, Hasan hafız, Sami hafız, Bayram hafız ve ben idik. O günlerde henüz oralarda otobüs ve kamyon yoktu. Herkes bu mesafeleri yürüyerek gidiyordu. Doğanlar Köyünden Antalya’ya yaya olarak 4 günde gidilebiliyordu.
Yükleri (yatak, yorgan ve bazı yiyecek maddeleri) eşeklere sararak yola koyulduk. Tabii başımızda birkaç kişi vardı ve orada bize bakması için götürülen Duduca adında yaşlı bir kadın vardı ki bu kadın Sami Hafızın nenesi idi. Mevsim güzdü. Hava yağmurlu idi. 4 gün 4 gece yolculuktan sonra Antalya’nın merkezine 6-7 km. mesafede bulunan Olukağızı Köyüne geldik. Orada Ömer Ali Hafız’ın 10 dönüm kadar arazi ve o arazide bir evi vardı. Köyden bizimle gelen kişiler, arazinin bir köşesine bir oda ve tuvaletten oluşan, üstü sazlarla örtülü bir ev yaptılar. Biz orada okumaya başladık.
Yazlı kışlı çalışarak iki senede hafız olduk. Doğanlar köyünde büyük bir merasimle hafızlık duası yapıldı. Bütün civar köyler bu merasime iştirak ettiler. Kurbanlar kesildi, yemekler yenildi, dualar yapıldı. Çok büyük bir kalabalık vardı.
Olukağzı’nda okurken her Cuma günü Antalya’ya giderdik. Antalya’nın meşhir camileri; Paşa Camii, Muratpaşa Camii ve Müsellim Camii idi. Biz daha çok Cumayı Paşa Camiinde kılardık. O zamanlarda paşa Camii’nin imam ve hatibi, Osman Hafız diye bilinen, bölgede oldukça tanınmış bir hafız idi. Bu zat hem insan olarak değerli güzel, endamlı, yakışıklı bir zat idi, hem de güzel okuyan bir hafız idi. Talebeliğim esnasında kendisine hayran kaldığın bir şahsiyet idi. Bu zat daha sonra Antalya müftüsü oldu. Allah rahmet eylesin,
Antalya’nın diğer bir meşhur hafızı olan Tongal hafız idi. Bu zat Muratpaşa Camii’nin iman ve hatibi idi. Kendisi tedris ile meşgul olurdu. Pek çok hafız yetiştirdi.
Müsellim Camii’nde Andiye’li hafız diye tanınan, camiin imam ve hatibi bir zat vardı ki, Müsellim Camii yanında bulunan resmi Kur’an Kursunun da hocası idi. Bir süre bu Kur’an Kursunda ben de Andiyeli’den talim okudum.
Müsellim Camii Kur’an Kursunda talebe olarak bulunduğum sırada Antalya mebusu meşhur Rasık Hoca Kursu ziyaret etti ve bize bir konuşma yaptı, bizi dini ilimleri öğrenmeye teşvik etti.
Yine Müsellim Camii Kur’an Kursunda Eskişehir’li Hafız Yahya ile tanıştım. O sırada hafız Yahya Antalya’da asker idi. Hafız Yahya İstanbul’un meşhur hafız ve hocalarındandır.
Antalya’da bulunduğum sırada bugün turistik bir bölge olan Kemer Köyüne gittim. O zaman Kemer çok şirin, bahçeleri ve akar sularıyla meşhur bir yerdi. Ben orada bir hafta kaldım.
FETHİYE HATIRALARI
Antalya’dan dönünce bir seneye yakın bir zaman Fethiye’de Avukat Kadı Ahmet Kesteplinin yanında katip olarak çalıştım.
Bir gün kadı Ahmet’in yazıhanesine biri geldi ve bir dilekçe yazmasını istedi. Kadı Ahmet adama dilekçenin ücreti 25 kuruştur, dedi. Adam “o kadar param yok. On kuruşum var” diyerek ricada bulundu. Avukat kabul etmedi, adam gitti. Adamcağız ertesi gün tekrar geldi ve 15 kuruşa dilekçeyi yazmasını istedi. Kadı yine kabul etmedi. Ertesi gün adam tekrar geldi. Fakta bu sefer avukat yoktu. Bana rica etti. Ben avukatın yanında çalıştığım için dilekçenin nasıl yazılacağını biliyordum. Adama acıdım ve dilekçeyi yazıp verdim. Para da almadım. Kadı Ahmet gelince durumu anlattım. Büyük bir hiddetle beni azarladı ve şöyle dedi. “Sen böyle işlere karışma. Müşteri bir cevizdir. Onu kırıp yemek gerekir. Sen o adamın, param yok dediğine bakma. Sonunda nasıl olsa o parayı verip o dilekçeyi yazdıracaktır.” Rahmetli çok sert bir kimse idi.
Kadı Ahmet’in yazıhanesinde çalışırken Kadı Ahmet birgün bana bir kitap verdi ve bunu oku sonra kitabı bana getir, dedi. Ben kitabı aldım, eve götürdüm ve okudum. Sonra onu, tavana yakın bulunan pencereye koydum. Zira ben o zaman tek pencereli bir odada oturuyordum. Mevsim son bahardı ve pencere açıktı. Eve döndüğümde kitabı yerinde bulamadım. Aradan bir hayli zaman geçti. Kadı Ahmet’e de bir şey söyleyemedim.
Bir gün Kadı Ahmet kitabı sordu. Ben de ona “kitabı okudum” hoşuma gitti ama onu kaybettim. Çok aradım fakat bulamadım” dedim. Kadı Ahmet öfkelendi. Kitabı geri vermemek için kaybettim diyorsun. Kitabı bulup getirmezsen yazıhaneme gelme. Artık burada çalışamazsın dedi ve ben kovuldum.
Bunun üzerine köye döndüm sonra da mukabele okumak için Muğla’ya gittim.
Bu olay benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Zira Kadı Ahmet beni kovmasaydı, ben Fethiye’de kalmayı planlıyordum. Hatta Fethiye’den evlenmeyi düşünüyordum. Her zaman yemek yediğimiz lokantanın sahibi bana kızını vermek istiyordu. Ben kızı gördüm, konuştum ve beğendim. Zannedersem kız da beni beğendi. Ancak bu olay ortaya çıkınca yani kitabı çalmakla suçlanınca benim Fethiye’de kalmam imkansızdı. İşte bu durum benim Fethiye’den Muğla’ya oradan da İzmir’e gitmeme sebeb olmuştur.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra komşular kaybolan kitabı bulmuşlar ama kitap ıslanmış ve bozulmuş. Bunu Kadıya haber vermişler o da “olan oldu, artık yapılacak bir şey yok” demiş.
İZMİR KESTANE PAZARI
1946 senesinin sıcak bir haziran ayında, Muğla’da bulunan dersiâm hocalardan aldığım bir tavsiye mektubu ile İzmir’e İzmir’in Kestane pazarı Camiine geldim. Kestane pazarı Camii harap halde idi. Camiin, kendisi merkez vaizi olan yaşlı bir imamı vardı. Hacı Salih Efendi bu Camide bazı talebelere ders veriyordu. Ben kendisine, elimdeki mektubu verdim. Hoca efendi mektubu okuyunca tavrı değişti, sanki heyecanlanmıştı. Bana şöyle bir baktı, “hoş geldin” dedi ve hemen benimle ilgilenmeye başladı.
Camiin etrafında dört beş kadar kullanılmaz halde metruk odalar vardı. Hemen kalktı beni aldı, o odalardan birine götürdü, şimdilik burada yatarsın, dedi.
Ö esnada hoca bana dönerek evladım seni talebe olarak alıyorum ama bizim derslerimiz bu günlerde bitiyor, sonbaharda dersler başlayınca sen de başlarsın, dedi.
Hocanın beni hemen talebe olarak kabul etmesinin sebebini sonra öğrendim. Hoca Efendi geçliğinde senelerce Muğla’da mukabele okumuş, o sebeple Muğla’daki hocaları ve özellikle tavsiye mektubunu yazanları yakından tanıyormuş. O yüzden bana bu sıcak ilgiyi göstermiş.
Ertesi gün hoca geldi. Bana yemek yemem için bir lokanta gösterdi ve her gün iki öğün yemem için kart verdi. Haftada bir defa hamama gitmem için hamam kartı verdi.
Yine beni belli bir yerde üç ay meşgul etmeyi düşünmüş olacak ki, beni İzmir’in eşrafından hacı Nuri Sevil Bey’in yazıhanesine götürdü ve yazıhanede odacı olarak çalışmamı istedi. Ben de hemen kabul ettim. Orda takriben üç ay kadar yaz boyunca çalıştım. Hacı Nuri Sevil’in yazıhanesi ikinci katta üç odalı büyücek bir yerdi. O sırada yazıhane müdürü Musikoru adında bir Yahudi idi. Ayrıca Vedat bey adında bir de katip vardı. Benim görevim yazıhaneyi temizlemek, açıp kapatmak ve hademelik yapmaktı.
Hacı Nuri Sevil Allah rahmet eylesin çok değerli, dindar, insancıl, dürüst, karşısındakine güven veren saygıdeğer, yaşlı bir kimse idi. Bana bir baba gibi davrandı.
Ayrıca bu zat, Hocanın öğle ve ikindi namazlarından sonra verdiği tefsir ve fıkıh derslerine muntazaman devam ederdi. Hoca da benim o derslere devam etmemi zaten şart koşmuştu. Böylece bir patron ve hademe birlikte çalışıp ve birlikte hocanın derslerine devam ederdik. Hademe olarak çalıştığım bu dönem, hayatımın en tatlı günleri idi. Zira köyden gelmiş bir genç olarak kendime İzmir’de böyle bir muhit bulmam gerçekten Allah’ın bir lütfu idi. Zira hacı Nuri Sevil’in yaşları benden küçük iki oğlu vardı. Onlar kollejde okuyorlardı. Yaz tatilinde, yazıhanenin altında bulunan mağazaya geliyorlardı. Onlarla tanıştık ve arkadaş olduk. Onlar da benim hademe olmama aldırmadan benimle arkadaşlık yapmağa başladılar. Pazar günleri beraber gezmeğe giderdik.
Bunlar Hikmet Sevil ve Ahmet Sevil idiler. Hikmet Sevil ile arkadaşlığımız bu güne kadar kesintisiz devam etti ve halen de devam etmektedir.
Buradan şu hususa işaret etmek isterim ki; Hikmet Sevil Bey, tıpkı babası gibi âlicenap, hoşgörülü, sevecen saygıdeğer ve cömert bir kişidir. Kendisini her zaman sever ve takdir ederim Allah kendisine sıhhat, afiyet ve uzun ömür nasip etsin.
KESTANE PAZARINDA BAŞLAYAN TALEBELİK
Hacı Nuri Sevil’in yazıhanesinde hademelik yaptığım esnada her gün Hacı Nuri Sevil ile beraber Kestane pazarı Camiine, Hocanın tefsir ve fıkıh derslerine dinleyici olarak devam ediyordum. Bir gün Hoca Efendi bana, Osmanlıca yazılı bir emsile kitabı verdi,”Bunu vakit buldukça oku. Ekim ayında derslere bu kitapla başlayacağız” dedi. Ben kitabı aldım Hafız olduğum için okuyabiliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. O sırada Hoca’nın kafiye okuyan bir talebesi vardı. Ahmet Naim Ataseven. Bu arkadaş Hocanın iyi talebelerinden olup Arapçayı bir hayli öğrenmiş bir kimse idi. Ona gittim, sordum, dedim ki, Hoca beni Arapça talebesi olarak almak istiyor. Ben ise şimdiye kadar hiç Arapça okumadım. Bu konuda hiçbir fikrim ve bilgim yok. Sen ne dersin? Ben Arapça öğrenmek istesem bunu başarabilir miyim? Diye fikrini sordum.
Eskişehir taraflarından İzmir’e kursa gelmiş göçmen tatarlardan olan bu arkadaş bana öyle kötü bir cevap verdi ki, onun söylediklerine dayanarak ben Arapça okumamaya karar verdim. Bana dedi ki; Arapça çok zor bir dil. Sen onu öğrenemezsin. Hem öğrensen neye yarar. Var git başka şeylerle uğraş ben bu işten pişmanım…
Bu sözlerin etkisiyle ben kendime bir plan yaptım. Şöyle ki: Nasıl olsa İzmir’de yatacak yerim ver. Bir işte çalışır para kazanırım. Hocaya da derim ki, ben burada birkaç ay hafızlığımı pişireyim ve kursta kalayım….
Derslere başlama zamanı geldi. Hoca beni çağırdı üç gün sonra derslere başlayacağını ve hazırlık yapmamı istedi.
Önceleri kararlaştırdığım plana göre Hocaya gittim. Hocam ben Arapça okumak istemiyorum. Musaade et, ben burada hafızlığımı pişireyim dedim. O çok halim selim, güler yüzlü hoca kaşlarını çattı, biraz sustu ve bana döndü “şayet Arapça okumak istemiyorsan hemen pılını pırtını topla buradan git” dedi.
Tabii bana bu kadar iyilik yapmış hocama karşı yapacağım hiçbir şeyim yoktu. Düşündüm, nereye giderim. Bana kim iş verir. Tam bir şaşkınlık içine girdim ve Arapça okumaya karar verdim. Bu kararımı hocaya bildirmek üzere tekrar yanına vardığımda, eskiden olduğu gibi beni iyi karşıladı. Kararımı bildirdim, sevindi ve bana dua etti.
ARAPÇA DERSLERİ BAŞLADI
Ekim ayında Arapça okumaya başlayacak öğrencilerin sayısı ona varmıştı. Hoca öğrencileri topladı. Camii avlusunda bulunan bir odada derse başladı. Bu derslerde benim en çok dikkatimi çeken aramızda, bize göre oldukça yaşlı bir kişi de vardı.
Hacı raif bey diye tanınan bu kişi, bizimle beraber derslere devam ediyor, zaman zaman öğrencileri evine davet ediyordu. İzmir’in tanınmış ailelerinden Akseki’li bir iş adamı, manifaturacı idi.
Hocam Salih Efendiden sonra benim yetişmemde en çok emek hacı Raif Bey’indir. Hacı Raif Bey, benim gibi yüzlerce talebenin yetişmesine sebeb omuş büyük bir zat idi. İzmir ve İstanbul’da 2000 li yıllara kadar herkes onu tanır ve takdir ederdi. Çok büyük hizmetler yaptı. Allah rahmet eylesin. Kendisine daima minnettârım.
1946-47 ders yılında biz izhar kitabını bitirdik. Ben artık Arapça’yı biraz öğrendim. Aynı zamanda çalışarak İzmir Karataş orta okulunun imtihanlarına giriyordum.
Arapçayı çok çabuk kavradım. Bu esnada Kestane pazarında büyük değişiklikler oldu. Hacı raif, Kestane pazarı Derneğini kurdu. Ben de bu derneğin kurucu üyesi oldum. Kestane pazarı derneği İlim Yayma Cemiyeti’nden önce kuruldu.
Benim kurucu üye olmam da şöyle oldu:
Bir gün Hacı Raif bey beni çağırdı dedi ki, dernek kurmak için yedi tane kurucu üye gerek. Şu ana kadar altı kişi buldum. Yedinci sen ol. Bunda bir şey yok. Dernek kurulduktan altı ay sonra genel kurul yapılır o zaman idare heyeti seçilir. Sen istersen o zaman ayrılırsın. Zira şu andaki dernekler kanunu böyle dedi.
Ben bunu kabul ettim. Beş ay sonra hacı Raif’in mağazasının üstünde bulunan salonda genel kurul yapıldı ve ben idare heyetine girmedim.
İZMİR’DE GEÇEN İLK SENEM
Benzer Konular
HAYAT VE HATIRATIM
HAYATIM Doğum tarihim 1932’dir. Ancak babamın verdiği bilgiye göre 1927 veya 1928’de doğmuş olmam gerekiyor. Çocukluğunda ilk hatırladığım veya hiç unutamadığım olay, babamın askerden geldiği akşamdır. Babam o devirde üç sene askerlik yapmış. Zira bahriye askerliği 3 sene imiş.
Ali Özek Hoca'nın Hayat ve Hatıratından
Alı Özek Hoca, sık sık Kazakistan'a gidip geliyor; bütün cehd ü gayretini Almatı'da inşası tamamlanan Oku Üniversitesi'nin faaliyete başlamasına ayırmış durumda... Ve Hoca, îmar ve inşâ faaliyetinin hem fizikî hem de zihnî planda sürdürülmesi gerektiğini kendi şahsında simgeleştiren bir örnek... İstanbul Yüksek İslâm'daki devâsâ îmar ve inşâ hizmetlerinden sonra, şimdi Kazakistan'da yapımım organize ettiği beş cami ve üniversite ile "Allah yolunda mücadele"nin bir Ömür boyu sürmesi gerektiğinin nümüne-i imtisalı âdeta...
Hayat ve Hatıralarım
Doğanlar köyünün eski adı DOĞANTAŞ imiş. O devirlerde bölgede DOĞANTAŞ olarak bilinen köy iken daha sonraları Doğanlar Köyü olarak tanınmıştır. Söylendiğine göre eskiden o bölgede bulunan dağlar ormanlık imiş. Kurt, tilki, sansar, porsuk yaban domuzu, tavşan gibi hayvanlar ve kuzgun atmaca, cırık, keklik, cukka, şahin doğan gibi kuşlar bu bölgede bol imiş. Buralar da yaşayan insanlar genellikle avcılıkla meşgul olurlarmış. Doğan kuşuyla avlanma geleneği yaygın imiş. Fakat bu âdet sonraları terkedilmiş ama anıları devam etmektedir.