Akaid-i Nesefi
AKÃİD-İ NESEFÎ
Ömer en-Nesefî
(461/1069 – 537/1142)
–Metin Tercümesi ve Bazı İzahlar–
Prof. Dr. Ali ÖZEK
M. Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Başkanı
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nın hediyesidir.
İSLÂMÎ İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI
Araştırma–İnceleme Dizisi: 12
İstanbul, Aralık 2004
Dizgi, Tashih ve
Sayfa Tertibi:
Dr. İsmail KURT
Seyit Ali TÜZ
Baskı ve cilt:
Marmara Reklam Ltd.
0212-612 99 87
İSLÂMÎ İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI
Kıztaşı, Kâmilpaşa Sk. 34260 Fatih/İst.
Tel : (+90 212) 523 54 57 Fax : 0212 523 65 37
E-Mail: [email protected] Web Site: http:/www.isav.org
GİRİŞ
Ömer Nesefî’nin Akãidü’n-Nesefî Kitabı
Akãid-i Nesefî adıyla bilinen Arapça metin takriben beş-altı sahifelik küçük bir risaledir.
Kur’ân’a ve sünnete dayanan İslâm inancının ana esasları, ana başlıklar hâlinde bu risaleye derc edilmiştir.
Ömer Nesefî’nin(ö.537/1142) bu risalesi daha sonra Sadettin Teftazânî başta olmak üzere pek çok âlim tarafından şerh edilmiştir. Abdulhakim şerhi tam dört cilttir. Asırlarca bu metin ve şerhleri Ehl-i Sünnet medreselerinde okutulmaya devam edilmiştir. Şu anda da akãid dersleri için en uygun kitap kanaatimce Akãid-i Nesefî’dir.
Ehl-i Sünnet Hakkında
Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat tabiri bilindiği gibi hicrî dördüncü asrın başlarında ortaya çıktı. Rasûlüllah’ın vefatından sonra İslâm Âlemi’nde inançla ilgili olarak pek çok mezhep ortaya çıktı. Bunlardan ilki ‘Havâriç’ idi. İslâm’ın özüne aykırı düşüncelerinden dolayı ‘İslâm’dan çıkmışlar’ anlamında kendilerine ‘Haricî, Havâriç’ denildi. Bunlar şiddet ve baskı taraftarı aşırı dindar kimselerdi.
Havâriç ile birlikte ‘Şî‘a’ ortaya çıktı. ‘Şî‘a’nın ortaya çıkışı daha ziyade siyasî idi. İlk zamanlarda hilâfet meselesinde Haşimîlerin Emevîlere karşı bir mücadelesi iken, daha sonra dinî inanca dönüştü. Daha sonra Hasan-ı Basrî’nin talebelerinden olan Vâsıl b. ‘Atâ, Mu‘tezile mezhebini ortaya koydu.
Hicrî dördüncü asra gelinceye kadar İslâm Âlemi’nde pek çok görüşler ortaya atıldı. Bunların belli başlıları: ‘Havâriç, Şî‘a, Mu‘tezile, Cehmiyye, Mulhide’ gibi adlarla anılan akide mezhepleri idi. İşte Ehl-i Sünnet bu sayılan aşırılık ve şiddet taraftarı görüşlere karşı bir alternatif olarak çıktı ve kendine Sünneti rehber edindiği için ‘Ehl-i Sünnet’ denildi.
Ehl-i Sünnet’in dayanağı, kitap ve sünnettir. Ehl-i Sünnet’de ana fikir, iman ve amel ilişkisidir. Mu‘tezile ve diğer mezheplerden Ehl-i Sünnet mezhebini ayıran en önemli özellik, amellerin imana dahil olmamasıdır. Zira Ehl-i Sünnet dışı mezhepler amel üzerinde durarak Müslümanları sıkıntıya sokmuşlar, ‘ameli olmayan veya ameli eksik olan Müslümanları kâfir saymışlar’, bazıları da şiddete başvurarak zorlama yolunu tutmuşlardır. İslâm Âlemi’nde şiddet ve baskı taraftarı olan ve kendilerine son zamanlarda ‘Selefî!’ adını veren bazı gruplar, şiddet ve baskıyı esas kabul etmelerinden dolayı Ehl-i Sünnet inancından biraz uzaklaşmışlardır.
Olayların tarihî akışına baktığımızda görürüz ki, Müslümanlar, hicrî dördüncü asra gelinceye kadar İslâm’ı yorumlarken oldukça farklı görüş ve düşünceler ortaya atmışlar ve sonunda Bağdat’da Ebu’l-Hasen el- Eş‘arî ve Semakkant’da Ebû Mansur Mâturidî tarafından aynı anda takrir edilen Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşleri Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş ve hicrî beşinci asırdan hicrî on üçüncü asra kadar bütün İslâm Dünyası’nda huzur ve sükuna vesile olmuşlardır.
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, çökmesi ve hilafetin ilgasıyla İslâm Âlemi’nde meydana gelen otorite boşluğu ve İslâm Ülkeleri’nin büyük çoğunluğunun müstemleke hâline gelmesiyle Müslümanlar arasında yeni düşünceler zuhur etmiştir. Bu düşünceler genelde, reaksiyon şeklindedir ve pek az gruplar arasında şiddet içermektedir. Zira Ehl-i Sünnet akidesi artık zayıflamıştır.
Ayrıca İslâm düşmanları artık sadece Ehl-i Sünnet Müslümanlığına saldırmaya başlamışlardır. Zira, on dokuzunca asra kadar Müslümanları bir arada tutan Ehl-i Sünnet düşüncesinin zayıflaması yoluyla Müslümanları parçalamak hedeflenmiştir.
Bugün Müslümanların güçlenmesi, yeniden kendilerini idrak etmeleri, yabancı ideolojilere yem olmamaları, birlik ve beraberliklerini yeniden kurmaları ve gerçek anlamda hem Müslüman olmaları hem de çağdaş hayata ve teknolojik gelişmelere ayak uydurmaları için Ehl-i Sünnet akîdesine dört elle sarılmaları gerekir.
ÖMER en-NESEFÎ
Hayatı
Ebû Hafs Necmüddin Ömer b. Muhammed b. Ahmed[1], Mâverâü’n-nehr’de yetişen bir Türk âlimidir. XI. ve XII. yüzyılda yaşamış olan Ömer Nesefî, İran’ın Nesef kasabasında doğduğu için Nesefî diye meşhur olmuştur. 461/1069 senesinde doğmuş, 537/1142 senesinde Semerkant’ta vefat etmiştir.
İlimî Şahsiyeti
Ömer en-Nesefî, tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelam, belâgat, nahiv, tarih ilimlerinde büyük bir ihtisas sahibi idi. Hanefî fukahâsından olan bu zat, fıkıh ilmini sadrü’l-İslâm Ebû’l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî’den, sair ilimleri de diğer hocalarından öğrenmiştir.
Mantık ve cedel sahasında da tanınmıştır. Cedelde verdiği misâller ata sözü haline gelmiştir.
Ömer Nesefî’ye, malumâtının çokluğundan ve ilminin her tarafa yayılmasından dolayı kendisine “Müfti’s-sekaleyn” unvanı verilmiştir. Zekâsının parlaklığı, ahlâkının metanet ve safveti ile temâyüz etmiş bir kişi olup aynı zamanda hafız idi.
Oğlu Mecd-i Nesefî, Ebu’l-Leys Ahmed, Ebû Bekr Ahmed Belhî ve Burhaneddin Merginânî Ömer Nesefî’den ilim tahsil etmişlerdir.
Eserlerinden Bazıları
Yüze yakın eseri olup bunlardan en meşhurları şunlardır:
1. Akâid-i Nesefî (Ehl-i Sünnet itikadını anlatan bir eserdir. Bir ilm-i hal şeklinde düzenlenmiş olan bu eser, dinî akîdenin medrese usulüne uygun bir özetidir. Çok rağbet görmüş ve uzun yıllar medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, bir çok kimseler tarafından şerhleri yazılmıştır. Taftazânî tarafından yapılan şerh meşhurdur.)
2. Tefsir-i Teysîr; Tefsir fi’t-Tefsir (Bu eserinin mukaddimesinde usul-i tefsire ait faydalı bilgiler vardır).
3. el-Manzûme (Fıkha dair nazmen yazılan ilk eserdir).
4. Tarih-i Buhârâ; Kitabü’l-Kend fî Ulûmi Semerkand
METN-İ AKÃİD, TERCÜMESİ ve İZAHI
Hakkı temsil eden(Ehl-i Sünnet) der ki: Varlık, gerçekten vardır ve varlık hakkında bilgi edinmek mümkündür. Safsatacılar[2] bu gerçeklere karşıdırlar.
Ehl-i haktan murat, Ehl-i Sünnet ve cemaattir ki, Müslümanlığın ana gövdesini oluşturan kahir ekseriyettir.
Melek, insan, cin nev‘inden olan idrak sahibi mahlukât için ilim tahsil etmenin sebep ve vasıtaları üçtür:
1. İllet/hastalık ve kusurlardan âzâde duyu organları,
2. Haber-i sãdık,
3. Akıl.
I. Duyu Organları:
Duyu organları beştir.
1. İşitmek, yani kulak,
2. Görmek, yani göz,
3. Koklamak, yani burun,
4. Tatmak, yani dil,
5. Dokunmayı hissetmek, yani deri ve dokunma.
Bu beş hissetme vasıtasından her biri kendine ait olan sahada vazife yapar. Bu sayede insanda idrak ve muhakeme mercii olan akıl teşekkül eder.
II. Haber-i Sãdık:
Haber-i sãdık iki nevi’dir.
a) Haber-i mütevatir: Yalan üzerinde ittifak etmeleri âdeten mümkün ve mutasavver olmayan bir topluluğun nakletmesi ile sâbit olan haberdir. Bu, uzak beldelerde ve geçmiş zamanlarda yaşamış padişahlara ait bilgilerimiz gibi ilm-i zarûrî ifade eder. Bize bu şekilde ulaşan haberler kesinlikle inkâr edilemez.
b) Mucize ile te’yid edilmiş olan peygamberin verdiği haber. Bu nevi‘ haberler ilm-i istidlâli ifade eder. Peygamberin haber vermesiyle sâbit olan bu istidlâli ilim, yakın ve sebat ifade etmek hususunda bi’z-zarure sabit olan ilme eşittir.
III. Akıl:
Akıl da ilmin bir sebebi ve vasıtasıdır.
Akıl ile bi’l-bedâhe sâbit olan ilim; bütünün parçasından daha büyük olduğunu bilmek gibi ilm-i zarûrîdir. İstidlâl yolu ile yani delillere bakmak ve onları incelemek suretiyle meydana gelen ilim ise kesbîdir yani kazanılan ilimdir.
Ehl-i hak nazarında ilham, bir şeyin doğru olduğunu bilmeye yeterli sebep ve vasıta değildir.
Bu âlem, bütün eczasıyla muhdestir yani sonradan yaratılmıştır. A‘yân, kendi kendine durabilen şeydir[3]. Bu şekilde var olan herhangi bir şey madde ve cisim gibi mürekkeptir veya cevher gibi basittir. Bu basit olan cevhere parçalanmayan cüz’ denir(Bugünkü tabirle atom).
A‘raz, kendi kendine bulunamayıp var olması bir cisme muhtaç olan şeydir. Renkler, oluşlar, tatlar ve kokular gibi varlıkları vasıflandıran anlamlar a‘razdır. A‘raz, mevcudiyetini cisimlerde ve cevherlerde gösterir.
Âlemi yoktan var eden, kadîm, hayy, her şeyi bilen, işiten, gören, dileyen ve dilediğini yapan tek varlık Allah’tır.
Allah, a‘raz, cisim, cevher değildir. O’nun zâtı, musavver, mahdut(sınırlı), ma‘dud(sayılmış) olmadığı gibi kısımlara ve parçalara ayrılmaz. Mürekkep olmak ve sona ermekten münezzehtir.
Allah, eşyaya benzemek, akıcılık, renk, koku, sıcaklık, soğukluk vs. gibi keyfiyetlerle vasfolunmaz.
O, bir mekânda mütemekkin değildir. O’na göre zaman yoktur. Hiçbir şey asla O’na benzemez. Hiçbir şey O’nun ilminin ve kudretinin haricinde değildir.
Allah’ın, zâtı ile kãim ezelî sıfatları vardır. Bu sıfatlar, O’nun zâtının ne aynı ne de gayrıdır. Bunlar ilim, kudret, hayat, semî‘, basar, irade, meşîet, fiil, yaratma, rızıklandırma ve kelâm sıfatlarıdır.
O, kendine has ezelî bir kelâm ile mütekellimdir. O’nun kelâmı harf ve ses cinsinden değildir. Allah’ın konuşma sıfatı, susmak ve özürlü olmak gibi hallere münafî bir sıfattır.
Allah Te‘âlâ, bu sıfatla emredici, yasaklayıcı ve bildiricidir.
Allah’ın kelâmı olan Kur’ân, gayr-i mahluktur. Kur’ân, Mushaflarımızda yazılmış, kalblerimizde hıfz edilmiş, dillerimizle okunmuş, kulaklarımızla işitilmiştir. Fakat o, bunların hiç birine hulul etmez.
Allah’a has olan tekvin sıfatı ezelîdir. Allah tekvin sıfatı ile kül halinde kâinatı, lüzum ettikçe, ilim ve iradesi taalluk edince kâinatın eczasını yaratır.
Allah’ın irade sıfatı ezelîdir. Allah Te‘âlâ’yı görmek aklen câiz, naklen ise vaciptir. Ahiret yurdu cennette Allah’ı görmenin vacip olduğuna dair sem‘î (işitme yoluyla gelen) delil vârit olmuştur: Kur’ân’da, “O günde nice parlak gözler Rab’lerine nazar edecekler.”[4] buyurulur.
Hadis-i şerifte ise “Siz, on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi mutlaka göreceksiniz.”[5] denilmiştir. Bu, meşhur bir hadistir. Bu görme, mekândan, cihetten, mukabeleden, ışıktan, gören ile Allah arasında mesafeden münezzeh olarak vuku‘ bulacaktır.
(Kulları yapmaya muktedir kılma bakımından)[6] küfür, iman, tâ‘at ve isyan gibi kuldan sãdır olan fiilleri yaratan Allah’tır. Bunların hepsi Allah Te‘âlâ’nın iradesi, meşîeti, hikmeti, hükmü ve takdîri iledir. Kulların da birtakım ihtiyarî fiilleri vardır. İşte bu kendi ihtiyarlarında olan fiillere karşılık olmak üzere mükâfat alırlar veya cezalandırılırlar. Bu fiillerden güzel olan da çirkin olan da Allah’ın rızasıyla (yardımıyla) meydana gelir.
Muktedir olmak, yapılması gereken bir işi yapmaktır. Bu, kudretin hakikatidir ki, fiil bununla meydana gelir. Bu muktedir olma hali esbap, âlât ve cevarihin illet ve kusurlardan salim olmasına bağlıdır. Teklifin sıhhati bu kudret üzerine dayanır. Kula, tâkatinin dışında olan şeyler yüklenmez.
Bir insanın diğerini dövmesi sonrasında meydana gelen elem, bir insanın kırması neticesinde camda husule gelen kırılma ve bunların benzeri iş ve hareketlerin hepsi Allah’ın yaratmasıyla olur. Bunda kulun yaratma yönünden hiçbir dahli (etkisi)yoktur.
Maktul eceliyle ölmüştür. Ölüm ölü ile kãim olup, Allah’ın mahlukudur(sebebini bilmesek de öldürülen kişi eceliyle ölmüştür. Bunun hakikatini anlamasak da böyle inanırız. Ehl-i Sünnet inancı böyledir). Ecel birdir. Haram rızıktır. Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. Bir insanın başkasının rızkını yemesi tasavvur olunamaz. (Haram rızıktır. Zira haram, iki çeşittir: 1. Maddesi haram olan; şarap ve domuz eti gibi; 2. Vasfı haram olan; çalınmış mal gibi. Meselâ: Elmanın maddesi haram değildir; ama, birisi elmayı çalsa, işte o elma vasfı itibariyle haramdır). Allah Te‘âlâ, dilediği kimseyi saptırır, dilediğini doğru yola hidayet eder(İslâm inancına göre hidayet de, dalalet de Allah’tandır. Yani kişiye iyiyi de kötüyü de yapma kudretini veren Allah’tır).
Kul için aslah[7] olanı (daha iyi olanı) yapmak Allah’ın üzerine vacip değildir. Kâfirler ve bazı âsî mü’minler için kabir azabının varlığı haktır. Allah’ın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde ehl-i tâ‘at için nimetlerin bulunduğu, yine kabirde Münker ve Nekîr melekleri tarafından ölüye sorular sorulacağı sem‘î (peygamberden bize aktarılan) delillerle sâbittir.[8]
Ba‘s yani öldükten sonra yeniden dirilmek haktır.[9]
Amelleri tartacak olan vezin veya mizan adındaki terazi haktır.[10]
Âhirette herkese verilecek olan amellerin yazıldığı kitap haktır.[11]
Sual haktır.[12] Havz-ı Kevser haktır[13]. Sırat köprüsü haktır.
Cennet ve Cehennem haktır. Her ikisi de yaratılmışlardır ve halen mevcut olup bâkidirler. Cennet ve Cehennemin ne kendileri, ne de onların içinde bulunanlar yok olmayacaklar, ebedî kalacaklardır.[14]
Büyük günah mü’min olan kimseyi imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz.[15]
Allah Te‘âlâ kendisine şirk koşulmasını affetmez. Küçük ve büyük günahlardan şirkin dışında kalanları affeder.[16]
Allah Te‘âlâ’nın küçük günahları işleyen kimseye azap etmesi caiz olduğu gibi, helal saymadan işlenmiş büyük günahları affetmesi de caizdir. İslâm’ın yasak ettiği bir şeyi helal saymak küfürdür.
Büyük günah işleyenlere peygamberlerin şefaat edebilecekleri naklî delillerle sâbittir.[17]
Mü’minlerden büyük günah işleyenler Cehennemde ebedî kalmazlar. [18]
İman, Allah’ın gönderdiklerini kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Amellere gelince onlar azalır ve çoğalır[19].
İman, ziyade ve noksanı kabul etmez.[20]
İman ve İslâm’ın mânâsı birdir. Kalp ile tasdik, dil ile ikrar eden bir kulun “Ben gerçekten mü’minim” demesi doğrudur. Fakat “ben mü’minim inşallah” demesi doğru olmaz. [21]
Sa‘îd bazen şakî‘, şakî‘ de bazen sa‘îd olur. Bu değişme saâdet ve şekâvet üzerinde cereyan eder.[22] Zira, sa‘îd ve şakî‘ yapmak Allah’ın sıfatlarındandır. Allah’ın zâtı ve sıfatında ise değişme yoktur.
Peygamberlerin gönderilmesinde birçok hikmetler vardır. Allah Te‘âlâ beşerden beşere uyarıcı, müjdeler verici, din ve dünya işlerinden insanların muhtaç oldukları şeyleri beyan edici olarak peygamberler göndermiştir. Onları, yani peygamberleri gerçekleştirilmesi normalde mümkün olmayan mucizelerle te’yid etmiştir.
Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonu Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Bazı hadislerde onların sayıları hakkında bazı beyanlar vârid olmuştur. Doğru olan bu sayılara itibar etmemektir.
Allah Te‘âlâ Kur’ân’da : “Peygamberlerden bir kısmını sana daha önce anlattık, bazı peygamberleri ise hiç anlatmadık.”[23] buyurmuştur.
Buna göre peygamber olmayanların peygamberler arasına girmesi, peygamber olanların da dışta kalması ihtimalinden dolayı sayı vermek doğru değildir. Peygamberlerin hepsi, Allah Teâlâ’dan haber getiren, bu haberleri insanlara duyuran, dürüst ve samimi kimselerdir. Peygamberlerin en üstünü Muhammed Aleyhisselâm’dır.
Melekler, Allah’ın kullarıdır. Onun emriyle hareket ederler. Meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur. Bu sıfatlar onlara nisbet edilemez.
Kitaplar, Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitapları vardır. Allah; emirlerini, yasaklarını, vaadlerini, uyarılarını bu kitaplarda bildirmiştir.
Mirac haktır: Mirac, Rasülüllah’ın uyanık iken bizzat göğe çıkması ve Allah’ın izni ile nice mertebe ve makamları görmesidir.
Evliyânın kerâmetleri haktır. Allah’ın velilere bahşettiği kerâmet, olağanüstü şekilde uzak mesafeleri bir anda geçmek ve ihtiyaç halinde yemek, içmek ve giyinme gibi ihtiyaçları elde etmektir. Bu gibi fevkalâde haller peygamberde görülürse “mûcize”, diğer insanlarda görülürse “kerâmet” adını alır.
Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk, sonra Hz. Ömer el-Fâruk, sonra Hz. Osman Zinnûreyn, sonra Hz. Ali el-Mürtezâ’dır. Onların halifelikleri de bu sıraya göre gerçekleşmiştir.
Halifelik devri otuz senedir. Ondan sonra krallık ve emirlik devri başlar.
Devlet reisliği: Müslümanlar için kanunları uygulatacak, cezaları verdirecek, hudutları koruyacak, orduları kuracak, vergileri toplatacak, âsilere ve yol kesenlere hak ettikleri cezaları uygulatacak, Cuma ve bayram namazlarında güvenliği sağlatacak, halk arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldıracak, mahkemelerin âdil işlemesini sağlayacak, kimsesizlerin barınma ve evlenme işlerini görecek, toplanan vergileri hakça dağıtacak ve harcamaları kontrol ettirecek bir reis gereklidir.
Reisin herkesçe bilinen, görünen, gizli olmayan bir kişi olması şarttır.[24] Reis Kureyş soyundan olabileceği gibi başka soylardan ve milletlerden de olabilir.[25]
Reisin mâsum, günahsız olması şart olmadığı gibi, içinde bulunduğu topluluğun en iyisi olması da şart değildir.
Reisin, emirlerini uygulatmaya muktedir, cesur, kanunları adâletle uygulatacak, hakların korunmasını sağlayacak bir kişiliğe sahip bulunması şarttır. Ahlakî davranışları ve baskıları sebebiyle reisin azledilmesi doğru olmaz.
İmâmet meselesi: Her iyi ve kötü kişinin arkasında namaz kılmak câizdir. İyi veya kötü her kişinin cenaze namazı kılınır.
Sahâbe hakkında: Peygamberin arkadaşları sadece hayırla yâd edilir. Rasülüllah’ın cennetle müjdelediği on sahâbînin cennetlik olduğuna biz de tanıklık ederiz.
Mesh meselesi: Seferde ve hazarda mest üzerine (veya çoraba) mesh yapmayı uygun görürüz.
Şıra, boza gibi ekşimeye elverişli içecekleri, ekmek ve peynir gibi mayalı yiyecekleri haram saymayız.
Mükellefiyet ve dinî sorumluluk: Hiçbir veli, peygamber derecesine eremez. Hiçbir kuldan teklif ve sorumluluk sâkıt olmaz.
Nasslar hakkında: Nasslar, zâhirlerine hamledilir. Yani açık mânâlarına göre değerlendirilir. Bâtınîlerin ve bazı tasavvufçuların iddia ettikleri gibi nassların açık mânâlarını bırakıp işârî ve Bâtınî mânâlarını almak inkâr ve küfürdür. Ayrıca nassları kabul etmemek de küfürdür.
İslâm’ın getirdiği haramları helal saymak inkârdır ve küfürdür. İslâm ile alay etmek küfürdür. Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından kurtulacağını düşünmek küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrulamak küfürdür.
Mâdûm(yokluk)[26] bir şey değildir. Dirilerin ölüler için yaptıkları dualar ve hayırlar kabul edilir. Allah Teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir.
Deccal’ın çıkması, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc’un zuhuru, Hz. İsa’nın gökten yere inmesi, güneşin batıdan doğması gibi peygamberin haber verdiği kıyamet alâmetleri haktır.[27] Müçtehit, içtihadında bazen isabetli hüküm verir, bazen da hata eder.[28]
İnsanların peygamberleri, meleklerin peygamberlerinden üstündür. Meleklerin peygamberleri umum insanlardan üstün-dür. İnsanların çoğunluğu, meleklerin çoğunluğundan üstündür.
Bu konuların hepsinde en doğruyu sadece Allah bilir.
[1] Tafsilat için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, c. 2, s. 1145; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi Tabakãtü’l-Müfessirîn, İst. 1974, c. 2, s. 463; Yeni Türk Ansiklopedisi, c., 7, s. 2640; Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. 15, s. 188-189.
[2] Safsatacılar diye anılan insanlar, eski Yunanlılar arasında yaşamış bir tâifedir. Kendi aralarında üç guruba ayrılırlar:
I. İnâdiyye: Bunlar eşyanın hakikatlerini inkar ederek bütün hakikatlerin evham ve hayal olduğunu iddia edenlerdir. Bu inatları yüzünden “İnâdiyye” adını aldılar.
II. İndiye yani bana görecilik: Bunlar, “Her şey itikada tâbidir, belli bir hakikat yoktur, ben şu yumurtaya taş diye inansam bu taştır.” derlerdi. Diğer bir tabirle bu tâifeye “Bana göreciler” de denir. Çünkü bunlar her şeyi kendilerine göre anlarlar.
III. Lâedriye yani şüpheciler: Bunlar her şeyden şüphe ederler, her şeye “bilmiyorum” diye cevap verirler. Hatta “sen var mısın yok musun” sorusuna da “bilmem” derler. Bunların hepsi bâtıldır. Nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun İslam bu türlü inançları kötülemiştir. Şu bir gerçektir ki, insanlık tarihinin her devrinde ve zamanımızda bu tür düşüncelere kapılanlar olagelmiştir.
Benzer Konular
ÇAĞIMIZIN AHLAK BUNALIMI VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
24-26 Nisan 2009 / İstanbul Topkapı-Eresin Hotel'de İslami İlimler Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilen Çağımızın Ahlâk Bunalımı ve Çözüm Arayışları konulu Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı açılış konuşmasının Türkçe ve İngilizce metinlerinin tamamı için TIKLAYLINIZ.
HARAM KAZANÇ
Deriz ki, haram mal veya haramlardan gelen bir kazançla kurban kesilir. Zira kurban bir hayırdır, bir sadakadır. Bu konuda genel kaide, haram yerden elde edilen mal vs. mümkünse sahibine iade edilir. Şayet sahibi bilinmiyorsa sadaka olarak verilir. Devlete intikal ederse o da sadaka sayılır. Zira devlet amme hizmeti görmektedir. Haram karışan veya haram şüphesi taşıyan mallardan şüphe edilen miktarın hayra verilmesiyle o mal temizlenmiş olur. Verilmemiş zekâtlar da ana sermaye içinde haram mal gibidir. Zira zekât miktarı kadar mal başkasına aittir.
İBADET ve MÜESSESE OLARAK ZEKAT
Giriş, Zekat ve sadakanın manası, fakirlik problemi, zekatın tarihçesi, zekatın dindeki yeri, müessese olarak zekat, Zekat mükellefleri, zekata tabi mallar, zekatı farz olan malın şartları, Zekata tabi mallar, Zekatın sarf yerleri ve teslim usulü, Zekatın toplanması ve dağıtımı Fert ve cemiyet hayatında zekatın yeri ve önemi, Fıtır sadakası ve zekatın dışındaki mali mükellefiyetler bu eserde ele alınmıştır.